Kan minaresinden aşq ezanı’...-4-

(Önce, İslam İnkılabı’nın 30. yıldönümü münasebetiyle yazdığım yazıların 2.sinin sonuna Erkan isimli bir okuyucu tarafından eklenen yorumu ve ona cevaben yazdıklarımı burada tekrar etmek gereğini duydum.. Sözkonusu yorum şu idi:

 

‘19 Şubat 2009 Perşembe 16:26

mezhep ve kuran

…. öncelikle yazınızın HAKSÖZ haberde olmasından dolayı yazınızı haksöz kimliği ile ilintilendirerek değerlendirmek istiyorum müsadenizle. bizler biliyoruzki tevhidi islamın asla mezhebi kalıplara sığdıralamayacağı gibibir kurani gerçekle karşı karşıyayız. bu da bizim haksöz yapısı ile paylaştığımıza inandığım bir kabuldür.
nasılki kuran indikce hz. rasul gelen ayetlere hayata uyguloyorsa buda bize örnek olmalı. nedir hayata uygulamak eğer varsa kuranın onaylamadığı bir inanç hemen onu terkedip inancımızı ve itikadımızı kurana göre tesis etmemiz gerekiyor.
bu bağlamda muvahhid olduğunu iddia eden müslümanların hala mezhepleri meşru bir vakaa olarak görmesi bence olayları kurani perspektiften ziyade duygularıyla değerlendirmesi olarak görüyorum. iranı birkaç defa gezen biri olarak bunları yazıyorum elbetteki emperyalizme karşı yapılan bir devrim desteklenmeli ama mbu devrimin mezhebinin itikadi risklerininde yokedilmesinin bir zorunluluk olduğu kanaatindeyim. kendimi ne şii nede sünni olarak adlandırıyorum ben müslümanım. ama şiilik sözkonusu olduğu için şiilikten bahsediyorum 12 imama hz.aliye yüklenen ve itikat haline gelen kuranın onaylamadığı riskli inanışları ne yapacağız.bu kuranın onaylamadığı bu iddiaları biliyorsunuzdur ama isternildiği takdirde bunları belgeleyebilirim
örneğin birtanesi..... imam rıza göğe bakarak haykırdıki yeryüzünde hiçbir meleki mukarrebe mürsel peygamber ve mümin yokturki ahirette 12 ve hz. muhammedin şefaatine muhtaç olmasın, ve yine yerzüzünde meleki mukarrebe , mürsel peygamber ve mümin başı sıkıştığında 12 imamı ve hz. muhammed i çağırıp bu müşküllerinden kurtuluyorlar.... gibi birçok iddia yine 12 imamın gaybi bilebildiği .uztmak istemiyorum..     ….., kurana göre şirk olduğu belli olan bu anlayışların neden islam dünyasının üzerinden kaldırılması için ….çaba sarfetmiyor(sunuz)..’

Cevabî yazım da şöyleydi:

‘21 Şubat 2009 Cumartesi 11:31

Mezheb de, Hakikati bulmak adına..

Erkan kardeşe:
Ben, mezhebî konularda şu veya bu tarafın sözcüsü, gözcüsü veya tarafların dışında, onları ıslah çabalarına girmek gibi bir yerde ve yetkide görmüyorum, kendimi..
Elbette, yığınla yanlışlıklar vardır. Sizin de dediğiniz gibi 'masum' olduğuna inanılanlara ve hattâ onların dışında nicelerine de yakıştırılan öyle haller var ki, onları tasavvufî cereyanlar içinde de bol bol görürüz.
Cumhûrî-i İslamî gazetesi, daha 10 gün kadar önce, son zamanlarda Ehl-i Beyt imamlarını yüceltmek adına dağıtılan bazı broşürlerde, 'canlı-cansız bütün mevcudatın, onların emrinde olduğu' gibi iddialar bulunduğundan ve onlara karşı verilen mücadelenin yetersizliğinden yakınıyordu. Yani, bu gibi tartışmalar yapılmıyor değil..
Dahası, 6-7 yıl öncelerde 'İslam'ın kutsallarına hakaret ettiği' gerekçesiyle hakkında, İslam İnkılabı Mahkemesi'nce idâm hükmü verilen ve bu hüküm kesinleşen, ama, üniversitelerde ortaya çıkan büyük karışıklıklar üzerine, idâm hükmü İnkılab Rehberi tarafından görülmemiş şekilde bozulup yeniden muhakeme yapılması istenen ve dosyasının rafa kaldırıldığı anlaşılan ve kendisi de yıllardır serbest olan Prof. Hâşim Agacerî'nin, geçen hafta da, 'İmam Khomeynî'nin birçok görüş ve anlayışının yanlışlığını' ve daha önemlisi, onun geliştirdiği 'Velayet-i mutlaka-i faqih' anlayışının 'kişinin ilahlık iddiasına kalkışması, yani 'şirk' olduğunu' söylediği, Kayhan gazetesinde yayınlanıyor, ama, fazla bir tepki almıyordu.
Yani, yanlışlık iddiaları tartışılmıyor değil.. Kapalı bir toplum, hele bugün zâten imkansız..
Mezheb, bir inancın farklı yorum tarzları için kullanılan bir terimdir.(Elbette, yanlışlar olmamasını ben de isterim ve başkası da benim yanlışta olduğumu düşünebilir.) Ama, 'tekfir' ve 'şirk' gibi suçlamalardan şahsen kaçınırım. Bu yazıların hedefi, mezhebî tartışmalar yapmak değil, o büyük sosyal hadiseden, dersler alınıp alınamıyacağıdır.
Yazılarımı bu siteye aykırı buluyorsanız, onu da bana değil, bu sitenin yöneticilerine hatırlatmalısınız..’ )

 

Bu cevabî yazıma, mezkûr kardeş de şöyle bir karşılık veriyordu:

 

'..... teşekkür... amacımız şu bilinmelidirki kimseyi tekfir etmek değildir. allah kuranda '''içinde şirk olan ameller heba olacaktır..!!! diye bildirmektedir. bizlerde iyi amellerimizin ahirette olumlu karşılık bulması için yani heba olmaması için şirkten uzak durmamız gerekiyor. müslümanların birbirlerini bu yönde uyarması ellbette gerekiyor. .........türkiyede kendilerini irancı ekolün taraftarı gören büyük bir yığın var. Ben de birzamanlar şiddetle bu anlayışı benimseyen biriydim. ama zamanla yani kuranla sıkı bir dostluğa girdikten sonra baktımki allahın onaylamadığı birçok yanlış şeylere inanmışım. sizden ricam sözünüzün ulaşabildiği heryere herkese bu yönde kendi metodunuzla uyarılar verin amaç kuran kardeşliğini oluşturmaksa bunda sizlerin rolü ve sorumluluğu çok büyük.. ayrıca bu sitede yazmanızdan da .....(rahatsız değilim..)..’

 

Evet, bu yazışmaları  aktardıktan sonra..

*

Tekrar etmeliyim ki…

Maksadım, sadece İran İslam İnkılabı’nın geçirdiği merhalelerin hikayesini, bir tarihî hikaye anlatmak değil.. İran’da gerçekleşen ve İslam İnkılabı Hareketi’nin oluşum süreci ve  geçirdiği merhaleler ve 30 yıllık uygulamaları, gerçekte, bütün dünya müslümanları için, bir büyük ‘sosyal laboratuar’  değerindedir.. Yani, bu, gerçekte hepimizin hikayesidir; çünkü hepimizin karşılaşabileceği birçok problemleri ve bunların nasıl aşıldığını ve bu çözüm yolları konusundaki değerlendirmelerde bulunma imkanı sunmaktadır bize..

Bu konuda, bundan önceki 3 yazıda bazı kesitler sunmaya çalıştım..

Bu arada aldığım bazı e-mail’lerde, son yazımda değindiğim ve ordunun karıştığı  kanlı entrikalar ve Yüksek Askerî Şûr⒠da alınan bazı kararları hayretle karşılayanlar olduğunu gördüm ve o gibiler, ‘Bir ordunun, kendi halkını gerçekten de topa tutmak gibi cinayetler işleyebileceğine ihtimal vermediklerini, eğer bu iddialar gerçekse, Şah rejiminin ve ordusunun gerçekten de çok zâlim olduğunu düşüneceklerini’ belirtiyorlardı..

Halbuki, ben konulara sadece birkaç cümleyle değindim.. Eğer, Şehinşanlık rejimi ordusunun son YAŞ toplantılarının resmî tutanaklarını aktarsam, o zaman, ne korkunç şeytanî tuzaklar kurulduğu ortaya çıkar.. Yani, bir 27 Mayıs 1960, bir 12 Mart 1971, bir 12 Eylûl 1980  veya bir 28 Şubat 1997 döneminde hazırlanmış olan raporlar veya andıçlarla, acaib askerî savcılık iddianâmeleri ve askerî mahkeme kararları bile mâsum kalabilir, onlar karşısında.. Bu arada, bazıları da, ‘Sanki, tâgûtî sistemlerin sivil mahkemeleri de onlardan geri mi kalmıştır?’ diye de sorabilir..  Öyle ya, daha 1997’de değil miydi, yargı mensublarının, askerî mekanlara çağrılıp, süngüucu ile gösterilen ve malûm ilke ve devrimleri korumayı aslî hedef edinen bir adâlet anlayışıyla yargılamada bulunmaları için, uyarılmaları?  

Elbette, o ordunun resmî açıklamalarında da, ‘Bu ordu tertemizdir, asla kanunsuz hiç bir iş yapmaz, yapılmamıştır, geçmişte yapılanların hepsini şerefle kabul ederiz..’ gibi laflar edilir.. Ama, zulmün, kanunsuzluğun zirve yaptığı örnekleri söylediğinizde, ‘onlar mı, koskocaman bir orduda, kurumda, bir kaç kişinin yaptığı hataları bütün bir kuruma mal etmek akıl işi değildir..’ ma’zeretine sığınılır..

Ve, sosyal hafızamız nisyan / unutkanlık ile daha bir malûl olduğundan.. Son 100 yıl boyunca orduların gerek İran’daki Şahlar eliyle, gerek Osmanlı’dan kalan enkaz üzerinde kurulmuş olan rejimlerin tepesindeki ‘yabancı değerlerin korkutucu kuklaları’ durumundaki diktatörler eliyle, müslüman halklara ne korkunç zulümler işlediklerini unutmuş gibiyizdir..

Bu açıdan birkaç örneği hatırlamakta fayda vardır..

Hatırlayalım ki, Meşrutiyet yıllarında, İran Meclisi, Qaacar Khanedanı’nın şahları açısından, kabul edilemez bir noktaya gelip çizmeden yukarı çıkmaya başlayınca.. İran’ın Meşrutiyet Meclisi, Muzafferuddin Şah tarafından  bir rus subayının emrindeki topçu birliklerince topa tutularak yerle bir edilmişti.. 

Ki, o faciayı ve o korkunç zulmü, o barbarlığı Mehmed Âkif, Safahat’ında, ‘Acem Şahı’ şiiriyle ağır şekilde eleştirerek, tarihe intikal ettirmiştir..

Âkif, o büyük cinayeti anlatırken şöyle der (özetle) :  

‘Bu müdhiş velvelen İran’ı daim inletir sanma, /

‘Muzaffer’sin!’ ‘ diyen sesler bütün haindir; aldanma!? /

Zafer-yâb olduğun kimdir, düşün bir kerre, millet mi? /

Adâlet isteyen bir kavmi vurmak, galibiyet mi? /

 (...)Evet, İran’ı kabristana döndürdün, helâk ettin../

Kefen yaptın giribân-ı ummidi, çâk çâk ettin../

‘Bütün dünya için bir damla kan çoktur’ diyorlar, sen; /

Şu mâsum ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden (temiz kanından)../

(...) Kazak celbeyleyip tâ Rusya’dan, sadâtı çiğnettin; /

Yezîd’in rûhu şâd olsun.. Eminim çünkü, şâd ettin? /

 Şehâmet gösterip binlerce ‘Beytullah’ı bastırdın../

Şecaat arzedip, bir çok ricalullahı astırdın! /

Ne Allah’dan hayâ ettin, Ne Peygamber’den âr ettin../

Devirdin Kâbe-i ulyâ’y-ı dini, (dinin yüce Kâbesini) hâk-sâr (yerle bir) ettin../

 Hamâset perverân-ı kavmi (kahramanlar yetiştiren bir kavmi), tutun birbir öldürdün,/

Umûmen Şarq’ı ağlattın, Garb’ı güldürdün..’

 

Emperyalizm ve kuklaları, halkın can damarlarını hedef alıyordu..

 

Âkif’in 1910’larda anlattığı bu hikaye, daha sonra nice merhalelerden geçti..

Evet, geçen yazıda, İmam Khomeynî’nin İran’a dönüş dönüş merhalesine kadar varan gelişmelerden biraz sözetmiştik.. Ama, İslâm İnkılabı Hareketi’nin şekillenmesini sağlayan sosyo-politik, psikolojik ve itiqadî şartların mahiyetini kavrıyabilmek için, İran’ın yakın tarihine de ana hatlarıyla göz  atmak gerekmektedir.. Çünkü, bu yakın tarih anlaşılmadan, İslam İnkılabı’nın kolayca gerçekleştiği gibi hayallere kapılanlar bile olabilir..

 

Qacariyye Khanedanı’nın yıkılmasıyla, o dönemde, ‘Vezir-i Ceng’ (Harbiye Nâzırı/ Savaş Bakanı) olan ve Serdar diye anılan ve de ingilizlerin güvenilir adamı olarak, İran’ın  idaresine 1925’de tam olarak el koyan Rıza Khan’ın emperyalizmin emirlerini adım adım yerine getirmek üzere planlandığı açıktı.. Nitekim, 27 Aralık 1928’de,  çıkarttığı bir kanuna göre, İran’lı bütün erkeklerin Avrupa modeli tek tip kıyafet kullanması gerekiyordu. Kitleler, kendilerine ‘teceddüd/ yenilik/ asrîlik’  gibi yaldızlamalarla sunulan bu uygulamalara  karşı çıktılar. Ancak bu direnişler korkunç şekilde bastırıldı. Halkın kıyafet kullanan erkeklerin kıyafeti Rıza Khan rejiminin güçleri tarafından yırtılıyor, kullananlar muhtelif cezalara çarptırılıyordu. Bu uygulamalar sırf  İran halkının geleneksel ve tarihî kimlik aidiyetini aşağılamak için yapılıyordu.

O dönemde Tahran’da, İngiliz Masonlarına bağlı olarak yayınlanan “Teceddüd” (Yenilik) isimli gazete bu konuda,  topluma, “Eskiden toplumda hiçbir ağırlığı olmayan biz İran halkı, bu gün hepimiz kültürlü birer Mösyö olmuşuzdur”  diye ışık (!) tutuyordu..

Özellikle, Rıza Khan’ın, İran’da da müslüman halkın yaşayışını ve kültürünü ve hattâ inanç kaynaklarını temelden değiştirmeye yönelik bir takım adımlar atması ve halkın verdiği tepkilerin kanlı şekilde bastırılması ilgi çekicidir..

Hele,  ‘keşf-i hicâb’ denilen, ‘tesettürün, örtünün yasaklanması’ konusundaki alçakça uygulamaya karşı sadece Meşhed’de,  Gevherşâd Mescidi’nde toplanıp itirazlarını dile getiren binlerce müslümanın üzerine saldırılıp 700’den fazla müslümanın orada, mescid içinde katledilmesi, bunların en başında gelir..

Rıza Khan’ın, 1934’lerde Türkiye’ye gelip, M. Kemal’le görüşmesinin hemen ardından, -M. Kemal’in, kendi adamlarından oluşturduğu bir Meclis tarafından kendisine hem de kanun yoluyla ‘Atatürk’ soyadını verdirtmesinde olduğu gibi,-  kendisine ‘peder-i millet’  soyadını ingilizlerin de tavsiyesiyle almak istemesi çabaları, Mirzade-i Eşkî isimli bir şairin,  bu ‘sahte baba’yı hicvetmek için yazdığı, “İran milletinin babası, eğer bu babasız ise...” diye başlayan bir şiirdeki ‘peder-i bî peder’ (babası olmayan baba, soysuz) ifadeleri, geniş halk kitlelerinin diline yerleşiverince.. Bu şair, sonunda, beynine isabet eden bir mermiyle canından olduysa da, ingiliz emperyalizminin, İran halkının temel değerlerine düşman olan bir kişiyi örnek gösterme yolundaki bütün çabaları boşa çıkmış ve böylece, babası ve ailesi hakkında sağlıklı bilgileri bile bulunmaması yüzünden, bu nitelemenin üzerine daha bir yakıştığı/ yapıştığı Rıza Khan,  ‘peder-i millet/ milletin babası’ gibi bir unvanla anılmaktan mahrum kalmıştı..

Bundan ayrı olarak, halka Avrupaî şapkalar giydirilmeye çalışılması ve latin harflerini kabul ettirilmeye kalkışılması’  gibi uygulamalar da toplumu derinden derine çeşitli tepkilere sürüklemişti..

Milletin aç, bi-ilaç, perişan, yoksul olmasından faydalanarak, milleti teslim alacağını sanan Rıza Khan, entrikalarının, hıyanetlerinin bedelini, ulemânın öncülüğünde büyük sosyal patlamalar şeklinde aldı ve ulemâ’yı, kendisine örnek edindiği başka yerlerdeki öncüleri gibi, ‘dârağacı’na çekerek, zindanlara doldurarak netice alabileceğini sandı, ama, ulemâ, verdiği kurbanlarla dönmek bilmedi.. 

O dönemde, ingiliz emperyalizminin, bugün Amerikan emperyalizminin yaptığı gibi  -kendilerini bağımsız sanan nice ülkelerin en mahrem iç işlerine bile müdahale ettiğini, ama, bunları bir müttefiklik ve dostluğun gereği imiş gibi yaptığına ve amma, gerektiğinde dayatmalar halinde de bunları yerine getirdiği örneklerinde olduğu gibi- her şeyle meşgul oluyorlardı.. (Burada, geçen hafta, Türkiye’ye gelip  MİT ve TSK şefleriyle gizli görüşmeler yaptığı, ülkesine döndükten sonra anlaşılan yüksek dereceli Amerikan İstihbarat Şefi’ni  de hatırlayabiliriz..)

Rıza Khan’ın Müslüman İran halkının direncini kırmakta zorlandığını gören İngiliz emperyalizmi, onun 2. Dünya Savaşı başlarında yavaş yavaş Hitler Almanyası’na doğru da biraz yaklaşır gibi bir hava sezince.. Ölümünü beklemeye tahammülünün olmadığını düşünerek, kukla değiştirmeye karar verdi ve onu Güney Afrika’ya sürgüne gönderip, yerine oğlunu (son şah olan  M. Rıza Pehlevî’yi) getirdi, 1941 yılında.. Ve, yeni Şah’ın  ‘culûs’ (tahta geçiş) merasimi, İngiliz Elçiliği’nce hazırlanmıştı.. (Bu soytarılık, SAVAK’ın kurucularından ve başkanlarından  -ve de son Şah’ın çocukluk yıllarından beri en yakın arkadaşlarından olduğu için, bu gibi merasimlerin yerli kanattaki en baş sorumlularından olan) General Ferdûst’un hatırâtında çok ilginç bir şekilde anlatılır.. 

Güya bir Meclis vardı.. Ama, Musaddıq bile, ‘... Hangi meclisten bahsediyorsunuz ? Rıza Khan döneminde İngiliz Büyükelçiliği’nin izni olmadan hiç bir m. vekilinin giremediği bir Meclis’ten mi ? Yoksa, başkanını yabancı güçlere bağlı kişilerin seçtiği bir Meclis’ten mi ?’ diyordu..  (Hatırât-ı Musaddıq, 1987, s 191)

Musaddıq’ın bu sözleri bile, durumu anlatmaya yeter..

İngilizlerin etkisi , 1953’deki askerî darbeden sonra Amerikalıların eline geçince, sadece patronlar değişmişti.. Yoksa, sergilenen tablo aynıydı.. 

Benzer bir durumu, Amerikan Başkanı (maqtul)  J. F. Kennedy’nin eşi Jacklin Kennedy’nin hatırâtında da görürüz.. O da, Şah’ın Maliye Bakanı Ali Eminî’nin gözlerinin güzelliğine vurulduğunu ve Şah’dan, ‘Eminî’yi başbakan yapması’  ricasında bulunduğunu ve Şah’ın da kendisinin ricasını kırmayıp, onu Başbakan yaptığını yazar..)

Ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İran, müttefiklerin önemli karar merkezlerinden birisi olarak dikkati çekiyordu.. Özellikle,  Amerika, Sovyetler ve İngiltere’nin çıkar ihtilaflarına konu olan İran, 1943 yılında Stalin, Churchill ve Roosevelt’in katılımıyla yapılan Tahran Konferansı’ndan sonra, emperyalistlerin işine gelecek şekildeki modernleşme hamlelerine hız verdi..

 

*Kendi ülkelerinin işgalcisi durumunda olan ordular ve Musaddıq..

 

Kapitalist ve komünist güçlerin birlikteliğiyle, Hitler Almanyası yenilgiye uğratılıp, savaş sona erdiğinde, kapitalist Batı dünyası zafer sarhoşluğu içindeyken, komünist dünyanın patronu olan Stalin Sovyetleri ise, Doğu Avrupa’yı yutuveriyor ve kendisine bağlı yerli komünistler eliyle, ‘demokratik halk cumhuriyetleri’ diye anılan yığınla rejimler oluşturuyor ve bu rejimlerin Batı dünyasıyla irtibatını da kesiyor, Soğuk Savaş yıllarında, siyasî ve ideolojik tarifler için çok kullanıldığı üzere, Batı ve Doğu blokları arasına -farazî- bir ‘demirperde’ çekilmişti.. Sovyetler, Tahran Andlaşması’na da, yeni şartlara uymadığı gerekçesiyle, karşı çıkarak,  kendisine sınırdaş olan bölgelerini işgal etmiş ve azerî ve kürd bölgelerinde kendine bağlı otonom/ özerk cumhuriyetler kurmuştu.. Özellikle, başkenti İran Kürdistanı’nın Mahâbâd şehri olmak üzere Gazi Muhammed liderliğinde bir Kürd Cumhuriyeti, 9 ay sonra yok edilecek ve Gazi (Kadı) Muhammed idâm olunacak ve ayrıca, Hazar Denizi kıyılarını ve İran Azerbaycanı’nı işgal etmiş olan Stalin Sovyetleri de, Batı’lıların bastırması üzerine geri çekilmeye mecbur kalacaktı.. Bunlar, tamamiyle emperyalist güç odaklarınca hazırlanan planların gereği idiyse de, içerde genç Şah’ın diplomatik ve de ülke bütünlüğünü korumaktaki üstün başarısı olarak sunuluyordu..

Ama, özellikle Sovyet işgalinin sona erdirilmesinin bedeli, İran’ın daha bir Batı kuklası olması idi.. Nitekim, özellikle ingiliz emperyalizmi, İran’a pençesini vargücüyle geçirmişti ve  hele de İran petrolleri üzerindeki kontrolü tam olarak elinde bulunduruyordu.. Ancak, Azerbaycan petrollerinin üzerinde Sovyetler’e yine de bir pay bırakılmıştı.. Halbuki, hele de o dönemde,  yoksulluğun pençesindeki İran için, petrol bir zenginlik hayalini oluşturuyordu..

*Bu hayali siyasî plana taşıyanlardan birisi de Muhammed Musaddıq idi..

Musaddıq, İran tarihinin hele de son yılının önemli isimlerinden birisiydi.. Bu yüzden onun hakkında,  biraz daha  durmak gerekiyor..

Meşrutiyet döneminin Maliye Nâzırı Mirza Hidayetullah’ın oğlu olarak 1881’de doğan ve oldukça genç olmasına rağmen  Meşrutiyet hareketinin içinde yer almıştı.. Meşrutiyet yıllarında, İngiltere’ye giderek hukuk okudu.. 1920’lerden sonra, Valilik’lerde ve daha sonra da Dışişleri Bakanlığı’nda bulunan ve birkaç kez de tutuklanan ve amma, ‘Musaddıq-us’Saltana..’ (Saltanatın doğrulayıcısı..) unvanını yine de uzuuun yıllar kullanan Musaddıq, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, petrollerinin Sovyetler'e bırakılmasına karşı çıkmasıyla tekrar sivrilmişti.. Meşrutiyet yıllarının şairlerinden İrec Mirza’nın şiiri, dillerde dolaşıyordu:   ‘İngilizlerle Ruslar, yine anlaşmışlar../  İran üzerine yine hiç boş durmazlar. / Yazık ki! İran’ın yöneticileri,  / Herşeyden habersiz, oturuyorlar.. / Kediyle fare arasında anlaşma, / Dükkanla bakkalı perişan eder..’

Musaddıq, ‘Cebhe-i Millî’nin lideri durumundaydı ve bu cebhenin güçlü protestolararı ve İngiltere’nin de teşvikiyle, 1947’de, Sovyetler’in imtiyazı kaldırılmış ve Musaddıq daha bir ünlenmişti..

1950 yılında dönemin ünlü başbakanı General Ali Rezmara’nın Mart 1951 tarihinde, Nevvâb Safevî’nin lideri olduğu ‘Fedaiyân-ı İslam’ teşkilatının bir üyesi tarafından tertib olunan bir suikasd sonunda öldürülmesini takiben çıkan ayaklanmalar üzerine, Şah, durumu kontrol altına alabilmek için Musaddıq’ı Başbakanlığa getirmek zorunda kaldı.. Ve Musaddıq petrolü millîleştirdi.. Ancak, Şah, bu gelişmelerden rahatsız oldu ve Musaddıq’ı istifaya zorladı.. Ancak, Temmuz -1952’de, geniş halk kitleleri Âyetullah Kaşânî liderliğinde ayaklanırlar ve Şah, 4 gün sonra Musaddıq’ı yeniden Başbakanlık’a getirmek zorunda kalır, ama, hemen arkasından da, kendisi, o zamanki ünlü eşi Sureyya ile birlikte yurt dışına kaçar ve Roma’ya yerleşir..

Musaddıq ve petrolün millîleştirilmesi etrafında şekillenen o dönem, son yüzyıl İran tarihi açısından, çok önemli bir dönüm noktasıdır.. Ve Musaddıq da gücünün zirvesine yükselmişti.. Ama, inişi de sur’atli oldu...

Geniş müslüman kitlelerin İslamî taleblerine karşılık verebilmek için,  kendisine o mücadeleler içinde destek de veren ulemâdan Âyetullah Kaşanî Meclis Başkanlığı’na getirilmişti.. Bir İslam âliminin Meclis Başkanlığı’na gelebilmesi, o günlere göre, alışılmışın ötesinde büyük bir gelişmeydi.. Musaddıq’ın uygulaması, Sovyetler’i de memnun ettiğinden, komünist  ‘Hizb-i Tudeh’ (Tudeh Partisi) de destekliyordu, Musaddıq’ı.. Bu destek, mütedeyyin kitleleri rahatsız ederken, bu mütedeyyin kitlelere  tepeden bakan  çevrelerin Musaddıq’ı da destekleyip, müslüman kitlelere ve ulemâ’ya karşı ağır hakaretler içeren yayınlara cur’et etmesi ve bunların resmî himayeyle korunması, ipleri iyice kopardı ve Kaşanî, Lübnan’a sürüldü.. Ve bu gelişmeler Musaddıq’ın iktidarını güçsüzleştirdi..

Nitekim, 1953 yılında, o dönemini amerikan Başkanı Eisenhower’in emriyle yapılan CIA planlı bir askerî darbe, beklenmiyen bir rahatlıkla başarılı oluverdi..

Bir gün ortasında, General Zâhidî, bir tankla Başbakanlık binasına girip, kapıda nöbet bekleyen bir kaç askeri bizzat öldürmüş ve  Musaddıq’ı tutuklamıştı.. Hemen arkasından da Şah, 45 günlük bir ayrılıktan sonra, görkemli merasimlerle İran’a geri geliyordu.. 

Musaddıq, daha sonra yapılan yargılamalarında, ‘Geri kalmış orduların orduları, kendi ülkelerinin işgalcisi durumundadır..’ sözünü o savunmalarında söylemişti ki, bu söz, hepimiz için bugün de düşündürücüdür, sanıyorum.. 

İran tarihinde Qacariye Khanedanı’nın ünlü sadrâzamlarından Emir-i Kebir’e benzetilen ve 2. Emir -i Kebir diye anılan Musaddıq, işte böyle uzaklaştırılmıştı..

Ama, (daha sonra Şah’a damad da olan) General Zâhidî’ye -Kermit Roosevelt’in ‘Karşı Darbe- CIA İran’da..’ ismiyle yayınladığı eserinde açıkladığı belgelere göre-, sadece 200 bin dolara yaptırılmış bir darbeydi bu.. John Perkins de, ‘Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafı’  isimli kitabında, kendisinin de Kermit’in yardımcısı olduğunu, ‘yakalanacak olsalardı, yaptıkları işin devletle hiçbir ilgisinin olmadığı’ planına göre hareket etmek kararında olduklarını  açıklar ve şöyle der: ‘Kermit birkaç milyon dolarla gitti, çok ama çok etkili ve becerikliydi, kısa bir süre sonra, Musaddıq’ı devirdi. İran Şahı'nı onunla değiştirdi. Şah petrol konusunda her zaman olumluydu. Ve bu son derece etkileyiciydi. İnsanlar Tahran'a yürüyorlardı. Subaylar, Musaddıq’ın teslim olduğunu ve diktatörlük rejiminin sona erdiğini bağırıyordu. Şah'ın resimleri sokaklarda gezdirilerek duygular tersine çevrildi. Şah, evinde hoş karşılandı. Burada ABD'de Washington'da insanlar olanlara bakıp: ‘Vay! Bu çok kolay ve ucuz!’ dediler. Böylece imparatorluk kurup ülkeleri yönlendirmek için bir sürü yeni yol bulundu. Roosevelt'in tek problemi CIA ajanı kimliği taşımasıydı. Eğer yakalanırsa, sonuçları çok ciddî olabilirdi. O noktada, hızla, özel danışmanlar kullanılmasına karar verildi. Parayı Dünya Bankası, IMF veya benzer diğer ajanslara kanalize edecek, benim gibi özel şirketler için çalışan insanlar getirdiler. Böylece eğer yakalanırsak ortada hükümetle ilgili bir sonuç olmayacaktı..’

Evet, hemen her yerde oynanmakta olan oyundan bir kesit..

Ve 1963 yılına gelindiğinde, ‘Ak Devrim’ adını verdiği İran’ın sosyal dokusunu tamamen değiştirmeye yönelik bir takım atılımlar yapmaya kalkıştığında..

*

*İmam Khomeynî’nin tarih sahnesine çıkışı.. ‘5 Haziran 1963 Qıyâmı..’

 

İşte o zaman, 5 Haziran 1963’de.. İmam Khomeynî liderliğinde,  büyük bir ‘qıyâm’ hareketini gerçekleştiriyordu..

15 bin insanın canına mal olan o korkunç ‘qıyâm’dan sonra.. İmam Khomeynî, Şah ile o zamanki TC başbakanı arasında yapılan bir anlaşma gereği, gizlice Türkiye’ye sürülüyordu.. Türkiye’ye giderken, İmam’a görüşleri ve idâm’dan kurtulduğu için sevinçli olup olmadığı soruluyordu.. O hassas anda bile, İmam, ‘Goldor’un (yani, zorbanın)  oğlu (yani Şah),  benim için mürtecî diyor. Aslında onun mürtecî demek istediği ben değilim.. O,  gerçekte Kur’an’a ve Peygamber’e mürtecî demek istiyor, ama, onlara açıkça söyleyemediği için, bana söylüyor..’ diyor ve böylece nasıl bir kesin kararlı ve yılmak bilmez bir mücadele eri olduğunu bir daha ortaya koyuyordu..

İmam Khomeynî, gizlice getirildiği Türkiye’de yine gizlice, 11 ay kalacaktı, Bursa’da, Muradiye semtinde.. Türkiye kamuoyu İran’daki 15 bin kadar insanın hayatına mal olan o  büyük sosyal çalkantıdan da, o büyük ‘qıyâm’ın liderinin Türkiye’ye gönderildiğinden de habersizdi..  Ve İmam daha sonra, Irak’a gönderilecek ve medreseleriyle ünlü Necef’e yerleşecekti..

Necef’te ders verirken, çoğu hocalar onun siyasetle, hikmet  ve felsefeyle de meşgul olduğunu, felsefeyle meşgul olan kişinin su içtiği bardaktan su bile içilemiyeceğini söyleyebiliyorlardı..

İmam, Necef’te iken meydana gelen bir hadise de ilginçtir..

Şah’ın başbakanı Hasan Ali Mansur, Irak’ı ziyaret eder ve Necef’e de gider.. Bütün ulemâ, başbakanı ayakta karşılar.. İmam ise, yerinden kıpırdamaz bile.. Sanki onu görmemiştir, oralı bile olmaz.. Mansur, ‘Şah’tan özür dile, affedileceksin..’ der.. İmam, hiç cevab ve tepki vermez.. Rivayet oduru ki,  İmam’ın bu aldırmayışına Mansur çok sert bir tepki verir ve çok saygısız davranır, İmam’a..

Ve kısa süre sonra, Mansur, Tahran’da öldürülür..  ‘İmam’a hakaret ettiği ve O’na yapılan hakaretin bütün bir müslüman halka yapılmış sayıldığı’ gerekçesiyle..

İmam, Necef’te derslerini veriyor ve 15 yıl boyunca, elindeki bütün imkanlarla, vaazlarla, teyp kasetleriyle, muhatab kitleyi yetiştirmeye, uyarmaya, şuûrlandırmaya çalışıyordu..  Ve nihayet, 1977 yazında İran’da, yeni bir derin sosyal çalkantı başladığında, komünistler, nasyonalistler ve müslüman halk kitleleri Şah düzeninin artık gitmesi gerektiğinde görüş birliği içindeydiler.. Ama, bu yeni sosyal çalkantıya, İmam’ın işaretiyle müslüman kitleler de katılınca.. Ve onlar da tamamiyle ‘Allah’u Ekber!’ vs. İslamî şiarlarla caddelere milyonlar halinde dökülünce..

Dünya şaşkına dönüyordu..

Ve İmam da, Şah’ın Saddam’a baskısıyla, 1978 Ekimi’nde Irak’dan çıkarılıyordu.. Ama, nereye gideceği bilinmiyordu.. İmam, Kuveyt Havaalanı’na bırakılıyordu.. İmam, halkı müslüman ülkelerin liderlerine hitaben yayınladığı bir bildiri ile, halkı müslüman olan bir  ülke arıyorum diyordu, ama, Şah’ın gazabından çekindikleri için, kimse ona kapısını açmaya yaklaşmıyordu..

İşte o sırada Paris’e hareket etmek üzere olan bir fransız uçağı onu alıyordu..

Zamanın Fransa C. Başkanı Giscard d’Estaign, Şah’a, ‘Bu adamı ne yapalım?’ diyordu.. Şah ise, ne cevab vereceğini bile bilemiyecek durumda, perişan idi, artık..  

Evet, İmam Khomeynî, sadece Ekim -1978 ile 1979 Şubatı arasındaki 4 ay süre boyunca kalmıştı Paris’te.. Çok kere zannedildiği gibi, 15 sene değil..

İmam, Paris banliyösündeki ‘Neuflele Chateau’da bir ev kiralıyor ve orada dünyanın ilgisini daha bir çekiyordu.. Çünkü, Paris, adetâ bir duyuru kulesi mesabesindeydi ve İmam’ın hesabında olmayan bir şekilde, karşısına son anda bu imkan da çıkıvermiş, dünya medyasının ve haberleşme ağının daha yakın ilgi alanına girivermişti..

O sırada, İran’ın hemen bütün yerleşim birimlerinin duvarlarına kocaman harflerle ingilizce, arabça ve farsça olarak ‘Biz İslam Cumhuriyeti istiyoruz’  yazıları yazılıyordu, İmam’ın takibçileri tarafından..  

Komünistler ve diğer güç odakları da gösterilere katılıyorlardı.. Ama, onlar tabiatiyle, ‘Allah’u Ekber!’ demiyorlar, diyemiyorlardı..   ‘Kar- Mesken- Âzâdî...’  gibi materyalist ve maddî ve sadece dünyevî hedefleri  göstermeye kalkışıyorlar ve  tabiatiyle,  ‘Lailahelillah, La şarqıyye/  La garbiyye... Hükûmet-i İslamiye..  Allah’u Ekber,  Khomeynî Rehber!’ diyorlar ve İmam da, kendi adına hemen her yakınının bir açıklama yaptığını görünce, bunu önlemek için, kaldığın evin duvarına, ‘İmam’ın sözcüsü yoktur..’  yazısını yazdırıyordu.. Yani, en yakınlarınca bile getirilse de,  kendi ağzından duyulmayan sözlerin kendisine aid imiş gibi gösterilmesinin yolunu kapatıyordu..

*

* Tâgût düzeninin İran coğrafyasındaki hâkimiyeti son bulmak üzereydi..

 

Ve, 1977-79’lardaki o büyük ‘qıyâm’ın son merhalesine işte böyle gelinmişti..

Meclis’ler sindirilerek, dârağaçları kurularak, kukla Şah’lar değiştirilerek netice alınamıyacağının, milletin yolunun artık kesilemiyeceğinin gösterileceği bir büyük ‘qıyâm..’ meyveye durmaktaydı.. Ve bu yolda, onbinler- hattâ yüzbinler kurban verilmişti, elbette..

Ama, en aziz değerlerinin ‘Allah'u Ekber' şiarında ifade edildiğini anlatan milyonlar, o en aziz değerleri için canlarını fedâ edebileceklerinin kararlılığındaydılar ve öldürüldükçe, daha bir kararlı olan bir müslüman halkın müthiş direnişi daha bir çelikleşiyor ve öldürdükçe daha bir korkuya kapılan Şah ve generallerinin ve diğer üst yönetici kadrolarının ülkeden birer-ikişer kaçmaya başlamaları sonun başlangıcını yaklaştırıyor ve bu arada, Şah ve adamları, ‘Seçim yapılsın, o da (yani İmam Khomeynî’ de), seçimlere katılsın; kazanırsa, başbakanlığı ona veririz..’ haberlerini ulaştırıyorlardı..

Bu ilginç taktiğe bazı inkılabçı kişiler de ilgi duymuştu..  Öyle ya, ‘Bir seçim yapılsa, onu kimin kazanacağı belli’  idi.. Yani,  iktidar kafesteki kuş gibiydi.. 

Bu gibi tekliflere ise, o büyük ‘qıyâm’a öncülük yapan İmam Khomeynî,  ‘Biz neyi nasıl yapacağımızı, müslüman bir toplumun kendisini nasıl idare edeceğini kimseden öğrenecek değiliz.. Biz sadece Şah’a ve adamlarına, çekip gitmelerini ihtar ediyoruz.. Bu onbinler tâgût’un elinden sunulan iktidar makamlarına ulaşmak için kanv e can vermiyorlar, onlar Allah’ın dininin hâkimiyeti için veriyorlar bu mücadeleyi.. ’ diye kapıyı kapatıyor ve yakın çevresindekilerin yaptıkları açıklamaların kendisini bağlıyan bir yönünün olmadığını da, bulunduğu evin duvarına,çeşitli dillerde kocaman harflerle yazılan,  ‘İmam’ın sözcüsü yoktur..’  ibaresiyle ortaya koyuyordu..

Bu arada, İran’ı kurtarmak adına, Şah ülkeden kaçarken oluşturduğu ve Saltanat idaresinin en yetkili ve ‘Şah Vekili’ durumundaki Niyabet Meclisi’nin başkanı Celâl Tahranî, Paris’e, İmam’la görüşmeye gidiyor ve amma, İmam, onunla o sıfatla görüşmeyi kabullenmiyor ve o da iki gün bekledikten sonra, Niyabet Meclisi Başkanlığı’ndan istifa ediyor ve sıradan bir İran’lı durumuna gelince, İmam tarafından kabul ediliyordu..

Ve nihayet, İmam’ın, 1 Şubat 1979 sabahı İran’a döneceği açıklanıyor ve böyle bir Rehber/ İmam ve talebelerinin öncülüğündeki milyonlar da, geçmişin denenmiş bütün yollarının netice vermiyeceğini söyleyebilen ve bu yolda kararlı ve sözünü net olarak söyleyen bir lideri İmam’larını, Mehrâbâd Havaaalanı’nda karşılamaya koşuyorlardı..

Uçağının düşürülmesi ihtimali olduğundan, İmam, kendisini İran’a götürecek olan uçağa, çok yakın bir kaç kişi hariç, kimseyi almamış ve gazetecilerin ayrı bir uçakla gelmesini istemişti..

Halen Almanya’da yaşayan Behram Nirumend isimli bir eski marksist sosyolog, ‘Parmaklıklar arkasında solan güller ülkesi : İran’ isimli kitabında, o günleri anlatırken, ilginç tesbitlerde bulunur.. 

Almanya’da uzun yıllar geçirdikten sonra bir fırsatını bulup da ideallerindeki marksist devrimi gerçekeleştirip gerçekleştiremiyeceklerini test etmek için, İran’a döner, kendisini gibi sosyologğ olan eşiyle birlikte..

Şah döneminin kalburüstü, seçkin, ‘elit’ denilen kesimleri yüzbinler, belki milyonlar halinde kaçmışlardır..

Geride kalanlar ise, yeni Şahları olmasını arzu ettikleri İmam’ı karşılamak için, havalaanına koşarlar.. Kırmızı halılar, en nadide güller yoluna serilmiştir.. Karşı tarafta ise, milyonlardan oluşan bir insan okyanusu..

Sosyologumuz, dikkatle gözlem de yapar.. İmam uçaktan iner, yüzünde en küçük bir işaret vermez.. Ve yol, -sözde- ‘aydın’ların bulunduğu tarafa doğru açıktır.. Ama, İmam o sahneyi görür ve onlara hiç selâm bile vermeden, bir tebessüm bile göstermeden; kendi halkının içine, milyonların arasına karışıp, o insan okyanusuna dalıverir.. Nirumend, o zaman, yayında bulunan  hanımına, ‘Biz zokayı yuttuk.. Bu adam sıradan lider tiplerinden birisi değil.. O ne yapacağını biliyor..’ demekten kendisini alamaz..’

Ve, Mehrâbâd Havaalanı’ndan 30 km kadar güneydeki Beheşt-i Zehrâ isimli Tahran mezarlığına gider, milyonların toz-duman içinde adeta kaybolan milyonların içinde.. Ve orada, ‘Kalkın ey şehidler, İmam’ınız geldi..’  şeklindeki en çarpıcı inkılab surûdlarıyla, marşlarıyla karşılanıyordu, milyonların boğazlarında hıçkırıklar..

Ve sonra, Güney Tahran’daki bir ilkmektebe yerleşir.. Ve amma, Şah’ın gider ayak başbakan yaptığı Şahpur Bahtiyar, hâlâ iktidardadır ve İmam’a, ‘Qum şehrine yerleşip, orada Vatikan gibi saygın bir merkez oluşturmasını’ önermektedir, ‘İmam bizim de imamımızdır..’ gibi saygılı ifadelerle.. Ama, ilave eder: ‘Ancaaaak, yönetim işi, biz aydınların işidir..’ !!!

Ama, İmam ise, yerleştiği Güney Tahran’da yerleştiği bir ilkokulda, 10 gün bekler..

Bu 10 günlük bekleyiş, niçindir?  İnkılabın şafağında 10 gün..

Direnmek isteyen kışlalarda halk ile  Şah kalıntısı güçler arasında çatışmalar çıksa da, bunlar fazla büyümez.. Çünkü, Silahlı Kuvvetler, artık Hükûmet’in emrinde olduğunu tekrarlamaz, kendisine saldırılmadığı takdirde, gelişmeler karşısında tarafsız kalacağını resmen açıklar..

Ancak, subayların önemli bir problemi de, daha önce Şah’a sadakatten asla vazgeçmiyeceklerine dair ettikleri yeminlerdir.. İmam, ‘konusu haram ve bâtıl olan bir konuda yapılan yeminden dönmenin herhangi bir şer’î  sorumluluğu olmayacağını’ açıklar ve Silahlı Kuvetler’in kendi halkının iradesine baş eğmesi daha bir kolaylaşır..

Bunun ‘Fecr’ sûresindeki yemin edilen 10 günün sırrına teslim oluş olarak denilebilir.. Arzu edenler, bu sûrenin ‘On gece’ye yemin edilerek başlıyan ilk 10-15 âyetindeki manâları okuyabilirler ve üzerinde bu çerçevede de düşünebilirler.. 

*

Ve 10 günün sonunda, İmam, ültimatomunu verir.. (Hicrî- şemsî İran takvimi itibariyle) ‘22 Behmen 1357 günü, halk bütün ülkede, devlet dairelerine el koyacaktır.. Bir direnme olursa, cihad ilan ederim.! ’

Ve o gün, milyonlar devlet dairelerine elkoyarlar ve Şahlık rejimi bütünüyle çöker.. İlk olarak radyo-televizyonu ele geçiren halk kitleleri, nasıl seslenileceğini bile bilmeden, alt kademe personelin yardımıyla,   stüdyolardan, ‘Bismillahirrahmanirrahiym.. İncaaaaa,  Sadâ’yı Cumhurî-i İslamî İran... ( Burası İran İslam Cumhuriyeti’nin Sesi) Allah’u Ekber!’ sesi yükseldiğnide, artık, Şahlık rejiminin tamamiyle çöktüğünün en belirgin işareti dünyaya en net şekilde verilmiş oluyordu..

Evet, bir rejim, bütünüyle çökmüş, ordu dağılmış, mahkemeler, üniversiteler, medya, sendikalar, eğitim ordusu, emniyet,  yani geçmiş düzen adına  ne varsa, hepsi yüzükoyun.. Düzeni yeniden sağlamak, salt akılla olacak değildi;  güçlü bir karizmatik şahsiyet gerekliydi.. Bu da, ancak İmam Khomeynî  idi..

Nitekim, İmam, kendiliğinden infaza yapanlara ihtarını yapıyordu:

‘Bir suçlu zanlısı varsa, yakalayıp İslam mahkemelerine getireceksiniz, yargılanacaklar.. Ama kim kendiliğinden herhangi bir zanlıya bir sille bile vurmaya kalkışsa, o da bir Şah gibidir..’ diyor ve bu söz, adâleti kendiliğinden yerine getirebileceklerini sananların,  ‘ihkak-ı hakk’ derdine düşenlerin yolunu bıçak gibi kesiyordu..

 

*Ama, inkılabı elde tutmak, inkılabı yapmaktan daha da çetin geçecekti..

 

Ve İmam, ilk ‘Geçici Hükûmet’ini oluşturur.. Mehdî Bazergan Başbakanlığa getirilir.. Bazergan, Musaddıq zamanından ve petrolün millîleştirilmesinden beri İran siyasetinde önemli bir ‘müslüman teknokrat’ olarak sivrilmiş bir isimdir..

Ve halkın kendi kendine cezalandırmalara girişmemesi için, İmam Khomeynî , sur’atle, İslam İnkılabı Mahkemeleri’ni kuruyor ve bu mahkemeler de dünyayı şoke eden ve ama, İran halkının adâlet isteklerine cevab olacak şekilde, geçmiş rejimin eli kanlı baş suçlularını lâyık oldukları cezalara, ‘Dünya ne der, dünyanın tepkisi ne olur?’ gibi vehimlere kapılmadan, tereddüt etmeden çarptırıyordu..

Ve İslam İnkılabı rejimi, kaçamayıp yakalananlardan, üst kademe sorumlularının sür’atle yargılanmaları yoluna gitti, oluşturulan İslam İnkılabı Mahkemeleri eliyle.. En başta da, Şah’ın son dönemlerinde 13 yıl başbakanlık Emir Abbas Huveydâ yargılanıp, idâma mahkum ve hüküm kurşuna dizilerek infaz ediliyordu, dünyanın şaşkın bakışları arasında..

Halbuki, Huveyda’nın dünyanın ünlü masonlarından olması hasebiyle idâmına hükmedilemiyeceği sanılıyordu.. Ve bunun için, Geçici Hükûmet’in başkanı Mehdî Bazergan da infaza  kesinlikle karşı çıkıyordu..  Ama, İslam İnkılabı Mahkemesi’nin tam yetkili başkanı Âyetullah Sâdıq Khalkhalî, bu engellemelere aldırmamıştı.. Huveydâ ise, savunmasında ya, ‘Benim haberim yoktu..’ diyor; ya da, ‘Ben Şah’ın emir kuluydum, bir suçlu varsa, asıl suçlu odur, önce onu  idâm etmelisiniz..’ diyordu..  Huveydâ’nın idam edildiğinin açıklanması bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de şoke edici biri haber olarak verilmişti.. Türkiye başbakanı Demirel’in, tepkisini, ‘Yüreğim parçalandı...’ diye dile getirmesi, durumu  daha iyi anlatabilir..

Ve onu diğer bazı büyük başların idâmları izledi..

Gevherşâd  Mescidi katliâmının komutanı ve daha sonra general ve de Şah’ın Meclisinde senatör de olan ve de 85 yaşında olduğu için artık kendisine ceza verilemiyeceğini sanan ve kaçamadığı için yakalanan kişi de, o cinayetinin üzerinden 44 sene sonra, İslam İnkılabı Mahkemesi’nde yargılanıyor ve ‘Ben o kadar ölü olduğunu bilmiyordum..’ gibi savunmalarla kurtulmaya çalışıyor ve  verilen idâm hükmü, o cinayette öldürülenlerin yakınlarının çektiği tetiklerle infaz ediliyordu..

Bu arada hemen bir Danışma Meclisi oluşturularak, yeni ‘Kaanun-i Esasî/ Anayasa’   hazırlanıyor ve bu halka sunuluyor ve yüzde 98’le kabul ediliyordu..

Bu arada, yeni bir rejim kuruluyordu da, bu yeni rejimin adının Bazergan,  illa da ‘Demokratik İslam Cumhuriyeti’ olmasını istiyordu.. İmam ise, ‘Biz cumhuriyeti İslam’la, halkın iradesinin İslam açısından geçerli olması halinde itibar göreceği kaydıyla sınırlandırdık.. Siz ise, İslam Cumhuriyeti’ni ‘Halk ne kadar istiyorsa, o kadar diye..’ demokrasiyle sınırlandırmak istiyorsunuz..’  diyordu..

O zaman, ‘anayasada hiç değilse, bir kelimeyle de olsa, demokratik haklara atıfta bulunulsa..’ diye bastırıldığında, İmam, ‘Biz İslam’ın tanıdığı ve tarif ettiği hak ve hürriyetlerden sözediyoruz.. Başkalarının hürriyet anlayışlarından değil.. Onlardan bize ne...’ diyordu..

Bu arada, müslüman bir toplumun, bir ‘Faqih İslam âliminin velayeti altında yönetilmesinin gerekliliği’  manâsını taşıyan ‘Velayet-i Faqih’ anlayışının anayasada en temel kavram ve kurumlardan birisi olarak yerini alması da, en çetin tartışmaların odağını oluşturuyordu..

Bu arada, bu anayasa çalışmalarının başında bulunan (merhûm) Beheştî, ‘İslam halka sunulur mu?’ şeklindeki bir suale, ‘Bir İslam’ı halka sormuyoruz, İslam adına hazırlanan bu anayasayı kabul ediyor musunuz?’ diye karşılık vermekteydi..

İnkılabdan hemen sonra kurulan bir Danışma Meclisi’nce oluşturulan anayasaya göre, ilk cumhurbaşkanı da seçiliyordu.. İlk cumhurbaşkanı, Ebu’l Hasan Beni Sadr olmuştur..

Ama, bu arada elbette içerde yığınla suikasdler, bombalamalar, iç savaş denemeleri, azerî ve türkmen bölgelerindeki türkçü, arabçı, beluccu, kürdçü isyanlar ve bu arada komünist partisinin ayaklanma denemeleri.. Ki, bir yıl geçmeden, ‘Mujahedeen-e Khalq’ isimli ve özellikle genç nesiller üzerinde epeyce etkili olan bir silahlı mücadele teşkilatının sergilediği silahlı çatışmalarda birlikte hareket eden  ve bir bakıma farsçı kavmiyetçi ayaklanma denemesinin sembol ismi haline gelen Beni Sadr  da azlediliyordu, Meclis tarafından..

Bu arada, inkılabın bekçiliğini gerçi milyonlar yapıyordu, ama, kendi düzenli gücü henüz yeni yeni oluşuyordu.. Ancak bunların çoğu da, İslamî bilgi seviyesinden uzak, sadece İmam’ın karizmasına hayran kimselerdi.. İmam ise, kendisine hayranlıkla, aşkla bağlı insanlardan İslam’ın hizmetine adanmış bir güç oluşturmanın hünerini gösteriyordu..

‘İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu’ (Pasdaran)  o günkü şartlarda öyle vücud bulmuştu..

Ve esasen İmam, kendisini yüceltilmemesini hatırlatıyordu..

Nitekim, ilk ‘İslamî Şûrâ Meclisi’nin kendisini topluca ziyarete geldiklerinde, ağzı bol laf yapan bir Tahran m. vekili (Fahruddin Hicazî),  ‘İmam’ı büyük övgülerle anmaya başladığı zaman, İmam canlı yayında kaşlarını çatıp,  ‘Sus be adam.. Bu gibi lafları nasıl söyleyebiliyorsun.. Benim de etten kemikten birisi olduğumu düşünmüyor musun? Şahları ortaya, senin gibilerin sözleri de ortaya çıkarır..  Bizim yaptığımız nedir ki, böyle övgüler yapılıyor? ‘ diyebilmekteydi..

Keza, savaş cebhelerinden gelen ve ‘Biz senin askerleriniziz..’ diye selamlayan askerlere de, aynı şekilde, ‘Efendiler, ne siz benim askerim olunuz, ne de ben sizin.. Hepimiz, Allah’ın askeri olmaya bakalım..’ derken, sadece bir siyasî lider değil, toplumu ahlâkî ve itiqadî bakımdan da İslam potasında yeni baştan yoğuran, şekillendirmeye çalışan  bir  İslam âlimi  olduğunun sorumluluğunu asla unutmadığını ortaya koyuyordu..

*

*İslam Cumhuriyeti, 30 yıl boyunca hep, bütün emperyalist ve şeytanî güçlerle savaştı...

 

Ve daha sonrasını..

Birkaç ara başlık halinde, kısa kısa zikredelim..

*İnkılab’ın henüz 9. ayında, 4 Kasım 1979 günü, Tahran’daki Amerikan B. elçiliği  işgal edildi.. üniversite öğrencilerince..  52 diplomat-casus rehin alındı.. Rehineler, Hükûmet güçlerinin elinde değil, kendilerini ‘Hatt-ı İmam’/  (İmam çizgisinde) diye tarif eden öğrencilerin elindeydi.. Ve onlar da, rehineleri hemen,  ülkenin çeşitli yerlerine dağıtımışlardı.. Yani, bir kurtarma operasyonunun şansı çok zayıftı..

*Rehineleri kurtarmak için, Amerika’nın Büyük Okyanus’taki filosu yola çıkarıldı.. Her an bir büyük savaş çıkmasının eşiğinde bulunuluyordu.. İmam Khomeynî’,  ‘Amerika, hiç bir halt edemez!’  şeklindeki ünlü cümlesini söylediğinde, o zamana kadar, Amerika’nın gücünden korkutulup sindirilen İran halkının kendisine güveni daha bir zirveye tırmanmıştı.. Çoğu müslüman ulemâ bile, ‘Diplomatların dokunulmazlığı vardır, elçiye zeval yoktur..’ gerekçesiyle, bu eylemi suçlarken; İmam, ‘Biz  elçilik yapanlara dokunmuyoruz, elçilik / diplomasi adı altında casusluk yapanlara ise, asla dokunulmazlık tanımadık.. İslam böyle bir dokunulmazlığı tanımamıştır..’ diye karşılık veriyor ve itirazcıları mantıken susturuyordu..

*Bu arada, Mart-1979’da, Carter,  Enver Sedat ve Menahem Begin’e, yani Mısır ve İsrail rejimlerine, Camp David Barış Andlaşması’nı imzalattırmıştı.. Bununla, Mısır, bütün arab dünyasındaki halklar ve rejimler tarafından  ‘hıyanet’le suçlanıyordu.. Enver Sedat ise, diğer arab rejimlerinin de 10-15 sene sonrası, kendisini takib edeceklerini ileri sürüyordu.. Bir uzak görüşlülükle değil, emperyalizm karşısında teslimiyetçi bir ruh halinin ötekilerde de olduğunu bildiği için.. Mısır’ı en fazla hıyanetle suçlayanların başında ise, arab dünyası dışından bir ses,  İran İslam Cumhuriyeti’nden geliyordu..

*Derken, Amerikan emperyalizminin, 1980 Nisanı’nda Doğu İran’daki sonra Tabes Çölü’ne bir hava indirmesi yaptığı, ancak, inişte uçaklar, kum fırtınası veya rutûbetten meydana gelen kısa devre elektrik bağlantısından dolayı birbirine çarpıp düştüğü ve çok sayıda Amerikan askerinin öldüğü haberini dünya, Amerikan Başkanı Carter’ın televizyondan ağlıyarak yaptığı  konuşmadan öğreniyordu.. Tam bir fiyasko olmuştu..

Daha da ilginç olanı, İran makamları da, haberi ve hadiseyi, Carter’dan öğrenmişlerdi.. İmam Khomeynî  ‘Biz uyuyorduk, ama, uyumayan birisi vardı..’ diyordu..

*Arkasından, Carter, Tahran üzerine iki atom bombası atılmasının kararlaştırıldığını ve bununla mes’elenin temelden hallolacağının umulduğunu anlatır hatırâtında.. Ancak, son karar kendisindedir ve bunun için, sürgünde olan Şah’tan da (okey) alındığını ve amma ‘bu bombaların atılması halinde,  Amerika’nın bütün müslüman coğrafyalarından kovulması gibi bir durumun ortaya çıkıp çıkmayacağı endişesi’ onu frenler..

*(Son Şah) Muhammed Rıza Pehlevî, kendisine sığınacak bir yer bulamadan, çeşitli ülkelerde kapı kapı dolaştıktan sonra, Temmuz 1980 sonunda, kanserden, Kahire’de öldü..

Amerikan emperyalizmi, İran’ı ancak bir savaşla durdurabileceğini düşünüyordu..

*Böyle bir savaş için, İran’la arası en açık olan ülke olarak ‘Saddam Irakı’, hazır vaziyetteydi.. Ancak böyle bir savaş için, savaş öncesi için, bölgenin muhkem hale getirilmesi gerekmekteydi..

*Halbuki, bölgenin en büyük ülkelerinden Türkiye anarşi,  terör  ve bir içsavaş benzeri,  sağ-sol boğuşmasının pençesinde kıvranmakta; sokak savaşlarında, hergün, ortamala 25-30 kişi öldürülmekte ve sıkıyönetim uygulamaları da çare olamamakta; Maraş, Çorum, Kırıkkale ve diğer şehirlerde kanlı sosyal çatışmalar meydana gelmekte, yüzlerce insan katledilmekte ve bu çatışmalar, kamuoyuna, ‘alevî-sünn çatışması olarak sunulmakta veya gösterilmektedir...  Türkiye’deki koalisyon hükûmetleri de sallantıdadır..  Ayrıca, Temmuz -1980’de, Saddam, Kerkük’deki 17  türkmen seçkinini idâm ettirdiğinden, Türkiye’nin hışmını çekmiş, Bağdad- Ankara arasındaki münasebetler oldukça gerginleşmiştir..

*Böyle bir hengamede, 5 Eylûl 1980 günü, Tahran’daki İngiliz Büyükelçiliği, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, Londra Hükûmeti’nin verdiği bir kararla kapanmaktadır..

*12 Eylûl 1980 günü de, Türkiye’de Gen. Kenan Evren liderliğindeki askerler,  askerî darbe yapmakta ve yönetime el koymaktadır.. Washington’da, Carter’a darbenin başarı olduğu  haberini veren zamanın NATO Başkomutanı Alexander Haig, ‘Our boys’  (bizim çocuklar..)  garantisini verir, takdir duygularıyla birlikte.. Hemen o gün, ikindi üzeri, Saddam’ın özel temsilcisi olan bir korgeneral, Ankara’ya gelip, Kenan Evren’le görüşmektedir..

*Saddam’ın İran’a saldırı planları hazırdır.. O zaman Fransa Başbakanı olan Jacques Chirac, Bağdad’a gittiğinde,  Saddam ona,  ‘İran’a  saldıracağını ve inkılab yüzünden ordusu tamamen çökmüş olan İran’ın işini, 7 günde bitireceğini’  söyler..

Chirac, bunu ‘İran- Irak Savaşı’nın 7. yılına girilmesi münasebetiyle yaptığı konuşmada açıklamıştı..

*Ve... Türkiye’deki 12 Eylûl Askerî Darbesi’nden sadece 10 gün sonra.. 22 Eylûl 1980, gün ortasında, Irak savaş uçakları, âniden saldırıverirler.. Bütün yolcu ve savaş uçakları devre dışı kalmıştır..  Bunu, dünyanın en büyük petrol rafinerilerinden  Âbâdan ve diğer yerlerdeki rafineriler olmak üzere, herbir taraf alev alev yanarken..

Saddam’ın ordusu,  bir ‘yıldırım savaşı’  sergilemektedir..

Dünya neredeyse, toptan, Saddam’ın yanındadır..

23 Eylûl 1980 gününün Türkiye gazetelerine bakılacak olunursa, hemen bütün gazetelerde, korkunç yangınlar içinde, İran’ın da artık tarihin karanlıklarına gömülmekte olduğunun sevinç çığlıkları atıldığı, nice kalemlerin İslam İnkılabı’na duydukları hınçla, Saddam’a ve ‘irtica’ya karşı indirici darbeler vurmakta olan demokrasi dünyasının güçlerinin zaferi’ için,  zafernâme yazmaya koyuldukları görülür..

*Kaldı ki, İran, kendi içinde, ilk Cumhurbaşkanı Benî Sadr’ın ‘Batı eğilimli’  siyaseti etrafında toplanmış olan ‘batıcı’ kesimlerle, onlara karşı direnmekte olan Hizbullahî  güçlerin çetin mücadelesi derinden derine, suikasdler, çetin sokak savaşları ve Kürdistan eyaletindeki komünist grupların bazı şehirleri ellerinde tutan ayaklanma teşebbüsleri halinde sürmektedir..

*O hengamede, körpe İslam Cumhuriyeti, Saddam’ın ‘yıldırım savaşı’nı bir ‘yıpratma savaşı’ ile göğüslemeye çalışmaktadır.. Ve bu ‘yıpratma savaşı’nda uzun soluklu mukavemet gösterebilen, ayakta kalabilecektir..

Kitleler İmam Khomeynî’ye bakmaktadır.. ‘O ne diyecektir, bu savaş için..’  diye..

Nice inkılabçı müslüman seçkinler bile, güzel hayallerinin, inkılab için besledikleri ideallerinin artık bir seraba döndüğünü düşünmekte ve ‘İran’ın en fazla 2-3 ay kadar direnebileceğini; ama, sonunda, İslam İnkılabı Hareketi güçlerinin bütünüyle bertaraf olacağını’ yüksek sesle dile getirebilmektedirler..

*İmam Khomeynî ise, sâkin sâkin yaptığı bir televizyon konuşmasında, İran halkına, ‘tebriklerini’ belirtmekte ve kazanılan zaferin korunmasından söz etmektedir.. İmam şöyle demekteydi, özetle: ‘Bize, savaş dışı yollarla üstün gelemiyeceklerini anlayan dünya emperyalizminin bir dayatmasıdır, bu savaş.. Demek ki, biz şu âna kadar, zafer kazanmış durumdayız; şimdi biz zaferimizi koruyalım..’

İmam eklemekteydi: ‘Hattâ 20 yıl da sürse, zafere kadar savaş!.’

*Bu çetin savaş sürerken, içerde ise, daha dehşetli bir hesablaşma sürüyordu.. Murteza Mutahharî, Muhammed Mufatteh gibi nice seçkin inkılabçılar suikasdlerle inkılabın hizmetinden uzaklaştırılıyor ve Hâşimî Refsencanî de bir suikasden ağır yaralı olarak kurtuluyordu.. Bunları İslam İnkılabı Hareketi’nin İmam Khomeynî’den sonraki en büyük beyinlerinden sayılan Âyetullah Seyyid Muhammed Huseynî-i Beheştî ve Bakanlar ve m. vekillerinden ve diğer yüksek yönetimi kadrolarından olan 72 arkadaşıyla birlikte, Hizb-i Cumhûrî-i İslamî merkezindeki bir toplantı sırasında, 28 Haziran 1981’de, bir bombalı suikasdde  can vermesi takib ediyordu..

İmam Khomeynî, bu korkunç suikasd üzerine yaptığı ilk konuşmada, ‘bu öldürmeler bizi yıldıramaz. Bizim daha pek çok Beheştî’lerimiz daha vardır..Bu öldürmeler, bizi  tam tersine daha bir güçlendirir.. Ama, bunlardan dolayı infiale kapılıp da, elimiz altındakilere zulüm ve haksızlık yaparsak, bizi işte o adâletsizlik mahveder..’ diye, hassas bir noktaya dikkat çekiyordu..

Beheştî’lerin katledildiği aynı gün, (bugünkü İnkılab Rehberi ) Seyyid Ali Khameneî de bir câmide vaaz ederken, bir suikasdden ağır yaralı olarak kurtuluyordu..

Beni Sadr’ın Meclis tarafından cumhurbaşkanlığı’ndan azledilmesini takiben, İran’dan gizlice Fransa’ya kaçtığının anlaşılmasıyla, Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Muhammed Ali Recaî de, Başbakanlık binasında, Başbakan Muhammed Cevad Bâhuner’le ve diğer yüksek dereceli 15 kadar bürokratla birlikte, bir suikasdde can veriyordu..

Bu büyük inkılab erlerinin cenazeleri milyonların katılımıyla, ve  ‘kan minaresinden aşq ezanı’nı okunarak defnedilirken; diğer taraftan da, hergün, yüzlerce, hattâ bazen binlerce  cenaze de savaş meydanlarından geliyordu..

Bütün bu suikasdlere, Türkiye’nin -daha sonra terörden feryad eden- nice sorumluları ve laik kalemşörlerinin, ‘İrandaki karanlık rejimin Ortaçağ’ın karanlıklarına gömüleceğinin homurtuları’ olarak baktıklarını hatırlayalım..

*Ve 8 yıl süren savaş boyunca, İran’ın 1200 km.’yi bulan hemen bütün sınır şehirleri, başta Hurremşehr, Âbâdan, Huzeyfe, Bûstan, Susengerd, Kasr-ı Şirin, İslamâbâd-ı Garbî gibi şehirler, yerle bir oluyordu.. Dezful; Bûşehr,  Kermanşah,  Ahvaz, Hemedan, Tebriz, Urûmiye, İsfehan, Şiraz, Qom, Tehran, Erak gibi şehirler, hava saldırıları ve füzelerle aylarca, yıllarca döğülüyordu..  

 Bu savaşta, elbette her iki taraftan 1 milyona yakın insan eridi..

Özellikle arab rejimleri, İİC.’nin yenilgiye uğratılması için, ellerinden gelen her türlü entrikayı denemekten el çekmiyorlardı..

*Nitekim, 1978 yılı  yazına denk gelen Hacc mevsimi’nde , İran’lı 150 bin hacı, her yıl olduğu gibi, Mekke’de yine Amerika, İsrail ve Sovyetler’in dünya hemegonyası aleyhinde dünya müslümanlarını birliğe çağıran dev yürüyüşlerini yapmak üzere harekete geçtiklerinde,  Suudî güçlerinin sert ve kanlı saldırısıyla karşı karşıya kalıyor ve İran’lı kadın-erkek, 430 kadar hacı katlediliyordu, Mekke’de.. Ama, bu büyük facia bile, müslüman toplumları uyandırmaya yetmiyordu..

Ve nihayet, Saddam yüzükoyun olmak üzereyken, Amerika devreye girip Saddam’ı kurtarıyor, bir ‘İran yolcu uçağı’  bile, Amerikan savaş gemilerinden atılan füzelerle 307 yolcusuyla birlikte İran Körfezi’ne gömülüyordu...

Irak’ın İran sınırındaki Halebçe şehri, İslam Cumhuriyeti güçlerinin eline geçişte, sünnî kürd halkı, İran güçlerine engel olmadığı gerekçesiyle, Saddam güçleri eliyle, kimyasal gazlarla vuruluyor ve 5 binden fazla insan, bir anda kavrulup öldürülüyordu... 

Ve, dünya bütün bunlara seyirci kalıyor ve, Suudî ve Kuveyt, Ürdün ve Mısır başta olmak üzere (Suriye hariç) hemen bütün arab rejimleri ise, Saddam’a her türlü ve muazzam silah ve para desteğini sağlıyorlar..

*Bu durumda, İran İslam Cumhuriyeti’nin nasıl bir tepki vereceği merak ediliyordu..

BM. Güvenlik Konseyi, savaşı artık Saddam’ın kazanamıyacağına kanaat getirince,  İran’a ‘ateş- kes’ çağrılarını daha bir güçlü şekilde dile getiriyordu..

*İslam Cumhûriyeti yönetim kadroları ise, karar vermekte zorlanmaktaydılar..  ‘Genel Savaş Komutanlığı’nı da uhdesinde bulunduran Haşimî Refsencanî,  ya İran’ı büyük bir Kerbela olarak bir harabe halinde bırakmak, ya da  ‘Asr-ı Saadet’teki ‘Hudeybiye Musalehesi’ gibi bir durumdan faydalanmak şıkları arasında tercih yapılması gerektiğini düşünür ve kendisi, ‘Hudeybiye şartlarının ortaya çıktığı’  düşüncesindedir.. Refsencanî, (daha sonra,  bu konuları bir Cum’a hutbesi’nde , televizyondan da bütün ülkeye canlı olarak yayınlanan konuşmasında anlattığı üzere)  İmam’a kısaca;  ‘Ben Savaş Komutanı olarak ‘ateş-kes’i imzalarım.. Bu, uluslararası hukuk açısından, İİC’ni bağlar, ve amma siz de benim iç hukuk açısından yetkisiz bir iş yaptığımı düşünürseniz, beni cezalandırınız..’  der.. Ve günler boyu süren Yüksek İstişare Kurulu’nda bir türlü karar alınamazken, Refsencanî’nin bu sözü üzerine, İmam, bir kağıd-kalem ister ve ‘ateş-kes’in kabul edildiğinin ‘BM. Gen. Sekreterliği’ne bildirilmesini’ hükmünü ifade eden kısa bir yazıyı Hükûmet’e hitaben yazar.. Ve sonra da bu kararın niçin alındığını anlatan mesajını yayınlar ve orada,  ‘Bu  günleri keşke görmeseydim.. Ben halkla zafere kadar savaş konusu üzerinde bey’atleşmiştim.. Ama, gelinen bu noktada, zerrece kadar haysiyetim var idiyse, onu ayaklar altına attım ve hesabımı Allah’la yaptım, müslümanların maslahatını burada görerek zehir kadehini başıma diktim..’ der..

Ancak, bu konuda karar almak o kadar kolay değildi, elbette..

*Evet, İmam’ı çok büyütmeye gerek yok.. Ama, o ‘ateş-kes’ kararını o alamasaydı, onu alabilecek bir başkası kolayca olmazdı..

Ve, muhakkak olan bir şey varsa, o inkılabla birlikte büyüdü, inkılab da onunla birlikte..

Refsencanî’nin bir uluslararası toplantıda yaptığı konuşmada, ‘İmam’ın inkılabdaki rolü’ sorulduğunda, ‘Elbette çok çok büyüktür, ama, Kur’an’ın rolü ile İmam’ın rolü kıyaslanırsa.. O zaman İmam’ın rolü, okyanusdaki bir katre hükmündedir..’ sözü yanlış sayılmamalıdır.. Ve esasen halkın, İmam Khomeynî’ye itibarı, onun İslam’a bağlılığı ve hizmetleri yüzündendi..

*İmam Khomeynî’nin 4 Haziran 1989’da vefatından hemen sonra, inkılabın çökebileceği gibi tahminlerde bulunanlar, içerde büyük karışıklıkların çıkabileceğini temenni edenler, aradan geçen bunca zaman sonra.. Bir daha anlamış oldular ki, İslam İnkılabı uygulamasında bir takım sıkıntılar, yanlışlıklar olsa bile;  bu inkılab hareketi, kişilere değil, değerlere bağlıdır ve 30. yılını da daha bir güçlü olarak tamamlamış bulunmaktadır..

İleride, İslamî İran’ın, müslüman toplumların büyük gövdesiyle daha fazla kaynaşması ve kazanımlarının, İslam’ın ve bütün müslümanların hizmetine daha fazla sunulması ümid ve temennilerimizi dile getirerek ve, ‘İlâ’yı Kelimetullah (Allah’ın dinini yüceltmek) davâsında can verenleri şükran duyguları, rahmet dilekleri ve dualarla anarak...

Haksöz