(Önce, İslam İnkılabının 30. yıldönümü münasebetiyle yazdığım yazıların 2.sinin sonuna Erkan isimli bir okuyucu tarafından eklenen yorumu ve ona cevaben yazdıklarımı burada tekrar etmek gereğini duydum.. Sözkonusu yorum şu idi:
19 Şubat 2009 Perşembe 16:26
mezhep ve kuran
. öncelikle yazınızın HAKSÖZ haberde olmasından dolayı yazınızı haksöz kimliği ile ilintilendirerek değerlendirmek istiyorum müsadenizle. bizler biliyoruzki tevhidi islamın asla mezhebi kalıplara sığdıralamayacağı gibibir kurani gerçekle karşı karşıyayız. bu da bizim haksöz yapısı ile paylaştığımıza inandığım bir kabuldür.
nasılki kuran indikce hz. rasul gelen ayetlere hayata uyguloyorsa buda bize örnek olmalı. nedir hayata uygulamak eğer varsa kuranın onaylamadığı bir inanç hemen onu terkedip inancımızı ve itikadımızı kurana göre tesis etmemiz gerekiyor.
bu bağlamda muvahhid olduğunu iddia eden müslümanların hala mezhepleri meşru bir vakaa olarak görmesi bence olayları kurani perspektiften ziyade duygularıyla değerlendirmesi olarak görüyorum. iranı birkaç defa gezen biri olarak bunları yazıyorum elbetteki emperyalizme karşı yapılan bir devrim desteklenmeli ama mbu devrimin mezhebinin itikadi risklerininde yokedilmesinin bir zorunluluk olduğu kanaatindeyim. kendimi ne şii nede sünni olarak adlandırıyorum ben müslümanım. ama şiilik sözkonusu olduğu için şiilikten bahsediyorum 12 imama hz.aliye yüklenen ve itikat haline gelen kuranın onaylamadığı riskli inanışları ne yapacağız.bu kuranın onaylamadığı bu iddiaları biliyorsunuzdur ama isternildiği takdirde bunları belgeleyebilirim
örneğin birtanesi..... imam rıza göğe bakarak haykırdıki yeryüzünde hiçbir meleki mukarrebe mürsel peygamber ve mümin yokturki ahirette 12 ve hz. muhammedin şefaatine muhtaç olmasın, ve yine yerzüzünde meleki mukarrebe , mürsel peygamber ve mümin başı sıkıştığında 12 imamı ve hz. muhammed i çağırıp bu müşküllerinden kurtuluyorlar.... gibi birçok iddia yine 12 imamın gaybi bilebildiği .uztmak istemiyorum..
.., kurana göre şirk olduğu belli olan bu anlayışların neden islam dünyasının üzerinden kaldırılması için
.çaba sarfetmiyor(sunuz)..
Cevabî yazım da şöyleydi:
21 Şubat 2009 Cumartesi 11:31
Mezheb de, Hakikati bulmak adına..
Erkan kardeşe:
Ben, mezhebî konularda şu veya bu tarafın sözcüsü, gözcüsü veya tarafların dışında, onları ıslah çabalarına girmek gibi bir yerde ve yetkide görmüyorum, kendimi..
Elbette, yığınla yanlışlıklar vardır. Sizin de dediğiniz gibi 'masum' olduğuna inanılanlara ve hattâ onların dışında nicelerine de yakıştırılan öyle haller var ki, onları tasavvufî cereyanlar içinde de bol bol görürüz.
Cumhûrî-i İslamî gazetesi, daha 10 gün kadar önce, son zamanlarda Ehl-i Beyt imamlarını yüceltmek adına dağıtılan bazı broşürlerde, 'canlı-cansız bütün mevcudatın, onların emrinde olduğu' gibi iddialar bulunduğundan ve onlara karşı verilen mücadelenin yetersizliğinden yakınıyordu. Yani, bu gibi tartışmalar yapılmıyor değil..
Dahası, 6-7 yıl öncelerde 'İslam'ın kutsallarına hakaret ettiği' gerekçesiyle hakkında, İslam İnkılabı Mahkemesi'nce idâm hükmü verilen ve bu hüküm kesinleşen, ama, üniversitelerde ortaya çıkan büyük karışıklıklar üzerine, idâm hükmü İnkılab Rehberi tarafından görülmemiş şekilde bozulup yeniden muhakeme yapılması istenen ve dosyasının rafa kaldırıldığı anlaşılan ve kendisi de yıllardır serbest olan Prof. Hâşim Agacerî'nin, geçen hafta da, 'İmam Khomeynî'nin birçok görüş ve anlayışının yanlışlığını' ve daha önemlisi, onun geliştirdiği 'Velayet-i mutlaka-i faqih' anlayışının 'kişinin ilahlık iddiasına kalkışması, yani 'şirk' olduğunu' söylediği, Kayhan gazetesinde yayınlanıyor, ama, fazla bir tepki almıyordu.
Yani, yanlışlık iddiaları tartışılmıyor değil.. Kapalı bir toplum, hele bugün zâten imkansız..
Mezheb, bir inancın farklı yorum tarzları için kullanılan bir terimdir.(Elbette, yanlışlar olmamasını ben de isterim ve başkası da benim yanlışta olduğumu düşünebilir.) Ama, 'tekfir' ve 'şirk' gibi suçlamalardan şahsen kaçınırım. Bu yazıların hedefi, mezhebî tartışmalar yapmak değil, o büyük sosyal hadiseden, dersler alınıp alınamıyacağıdır.
Yazılarımı bu siteye aykırı buluyorsanız, onu da bana değil, bu sitenin yöneticilerine hatırlatmalısınız.. )
Bu cevabî yazıma, mezkûr kardeş de şöyle bir karşılık veriyordu:
'..... teşekkür... amacımız şu bilinmelidirki kimseyi tekfir etmek değildir. allah kuranda '''içinde şirk olan ameller heba olacaktır..!!! diye bildirmektedir. bizlerde iyi amellerimizin ahirette olumlu karşılık bulması için yani heba olmaması için şirkten uzak durmamız gerekiyor. müslümanların birbirlerini bu yönde uyarması ellbette gerekiyor. .........türkiyede kendilerini irancı ekolün taraftarı gören büyük bir yığın var. Ben de birzamanlar şiddetle bu anlayışı benimseyen biriydim. ama zamanla yani kuranla sıkı bir dostluğa girdikten sonra baktımki allahın onaylamadığı birçok yanlış şeylere inanmışım. sizden ricam sözünüzün ulaşabildiği heryere herkese bu yönde kendi metodunuzla uyarılar verin amaç kuran kardeşliğini oluşturmaksa bunda sizlerin rolü ve sorumluluğu çok büyük.. ayrıca bu sitede yazmanızdan da .....(rahatsız değilim..)..
Evet, bu yazışmaları aktardıktan sonra..
*
Tekrar etmeliyim ki
Maksadım, sadece İran İslam İnkılabının geçirdiği merhalelerin hikayesini, bir tarihî hikaye anlatmak değil.. İranda gerçekleşen ve İslam İnkılabı Hareketinin oluşum süreci ve geçirdiği merhaleler ve 30 yıllık uygulamaları, gerçekte, bütün dünya müslümanları için, bir büyük sosyal laboratuar değerindedir.. Yani, bu, gerçekte hepimizin hikayesidir; çünkü hepimizin karşılaşabileceği birçok problemleri ve bunların nasıl aşıldığını ve bu çözüm yolları konusundaki değerlendirmelerde bulunma imkanı sunmaktadır bize..
Bu konuda, bundan önceki 3 yazıda bazı kesitler sunmaya çalıştım..
Bu arada aldığım bazı e-maillerde, son yazımda değindiğim ve ordunun karıştığı kanlı entrikalar ve Yüksek Askerî Şûrâ da alınan bazı kararları hayretle karşılayanlar olduğunu gördüm ve o gibiler, Bir ordunun, kendi halkını gerçekten de topa tutmak gibi cinayetler işleyebileceğine ihtimal vermediklerini, eğer bu iddialar gerçekse, Şah rejiminin ve ordusunun gerçekten de çok zâlim olduğunu düşüneceklerini belirtiyorlardı..
Halbuki, ben konulara sadece birkaç cümleyle değindim.. Eğer, Şehinşanlık rejimi ordusunun son YAŞ toplantılarının resmî tutanaklarını aktarsam, o zaman, ne korkunç şeytanî tuzaklar kurulduğu ortaya çıkar.. Yani, bir 27 Mayıs 1960, bir 12 Mart 1971, bir 12 Eylûl 1980 veya bir 28 Şubat 1997 döneminde hazırlanmış olan raporlar veya andıçlarla, acaib askerî savcılık iddianâmeleri ve askerî mahkeme kararları bile mâsum kalabilir, onlar karşısında.. Bu arada, bazıları da, Sanki, tâgûtî sistemlerin sivil mahkemeleri de onlardan geri mi kalmıştır? diye de sorabilir.. Öyle ya, daha 1997de değil miydi, yargı mensublarının, askerî mekanlara çağrılıp, süngüucu ile gösterilen ve malûm ilke ve devrimleri korumayı aslî hedef edinen bir adâlet anlayışıyla yargılamada bulunmaları için, uyarılmaları?
Elbette, o ordunun resmî açıklamalarında da, Bu ordu tertemizdir, asla kanunsuz hiç bir iş yapmaz, yapılmamıştır, geçmişte yapılanların hepsini şerefle kabul ederiz.. gibi laflar edilir.. Ama, zulmün, kanunsuzluğun zirve yaptığı örnekleri söylediğinizde, onlar mı, koskocaman bir orduda, kurumda, bir kaç kişinin yaptığı hataları bütün bir kuruma mal etmek akıl işi değildir.. mazeretine sığınılır..
Ve, sosyal hafızamız nisyan / unutkanlık ile daha bir malûl olduğundan.. Son 100 yıl boyunca orduların gerek İrandaki Şahlar eliyle, gerek Osmanlıdan kalan enkaz üzerinde kurulmuş olan rejimlerin tepesindeki yabancı değerlerin korkutucu kuklaları durumundaki diktatörler eliyle, müslüman halklara ne korkunç zulümler işlediklerini unutmuş gibiyizdir..
Bu açıdan birkaç örneği hatırlamakta fayda vardır..
Hatırlayalım ki, Meşrutiyet yıllarında, İran Meclisi, Qaacar Khanedanının şahları açısından, kabul edilemez bir noktaya gelip çizmeden yukarı çıkmaya başlayınca.. İranın Meşrutiyet Meclisi, Muzafferuddin Şah tarafından bir rus subayının emrindeki topçu birliklerince topa tutularak yerle bir edilmişti..
Ki, o faciayı ve o korkunç zulmü, o barbarlığı Mehmed Âkif, Safahatında, Acem Şahı şiiriyle ağır şekilde eleştirerek, tarihe intikal ettirmiştir..
Âkif, o büyük cinayeti anlatırken şöyle der (özetle) :
Bu müdhiş velvelen İranı daim inletir sanma, /
Muzaffersin! diyen sesler bütün haindir; aldanma!? /
Zafer-yâb olduğun kimdir, düşün bir kerre, millet mi? /
Adâlet isteyen bir kavmi vurmak, galibiyet mi? /
(...)Evet, İranı kabristana döndürdün, helâk ettin../
Kefen yaptın giribân-ı ummidi, çâk çâk ettin../
Bütün dünya için bir damla kan çoktur diyorlar, sen; /
Şu mâsum ümmetin seller akıttın hûn-i pâkinden (temiz kanından)../
(...) Kazak celbeyleyip tâ Rusyadan, sadâtı çiğnettin; /
Yezîdin rûhu şâd olsun.. Eminim çünkü, şâd ettin? /
Şehâmet gösterip binlerce Beytullahı bastırdın../
Şecaat arzedip, bir çok ricalullahı astırdın! /
Ne Allahdan hayâ ettin, Ne Peygamberden âr ettin../
Devirdin Kâbe-i ulyây-ı dini, (dinin yüce Kâbesini) hâk-sâr (yerle bir) ettin../
Hamâset perverân-ı kavmi (kahramanlar yetiştiren bir kavmi), tutun birbir öldürdün,/
Umûmen Şarqı ağlattın, Garbı güldürdün..
Emperyalizm ve kuklaları, halkın can damarlarını hedef alıyordu..
Âkifin 1910larda anlattığı bu hikaye, daha sonra nice merhalelerden geçti..
Evet, geçen yazıda, İmam Khomeynînin İrana dönüş dönüş merhalesine kadar varan gelişmelerden biraz sözetmiştik.. Ama, İslâm İnkılabı Hareketinin şekillenmesini sağlayan sosyo-politik, psikolojik ve itiqadî şartların mahiyetini kavrıyabilmek için, İranın yakın tarihine de ana hatlarıyla göz atmak gerekmektedir.. Çünkü, bu yakın tarih anlaşılmadan, İslam İnkılabının kolayca gerçekleştiği gibi hayallere kapılanlar bile olabilir..
Qacariyye Khanedanının yıkılmasıyla, o dönemde, Vezir-i Ceng (Harbiye Nâzırı/ Savaş Bakanı) olan ve Serdar diye anılan ve de ingilizlerin güvenilir adamı olarak, İranın idaresine 1925de tam olarak el koyan Rıza Khanın emperyalizmin emirlerini adım adım yerine getirmek üzere planlandığı açıktı.. Nitekim, 27 Aralık 1928de, çıkarttığı bir kanuna göre, İranlı bütün erkeklerin Avrupa modeli tek tip kıyafet kullanması gerekiyordu. Kitleler, kendilerine teceddüd/ yenilik/ asrîlik gibi yaldızlamalarla sunulan bu uygulamalara karşı çıktılar. Ancak bu direnişler korkunç şekilde bastırıldı. Halkın kıyafet kullanan erkeklerin kıyafeti Rıza Khan rejiminin güçleri tarafından yırtılıyor, kullananlar muhtelif cezalara çarptırılıyordu. Bu uygulamalar sırf İran halkının geleneksel ve tarihî kimlik aidiyetini aşağılamak için yapılıyordu.
O dönemde Tahranda, İngiliz Masonlarına bağlı olarak yayınlanan Teceddüd (Yenilik) isimli gazete bu konuda, topluma, Eskiden toplumda hiçbir ağırlığı olmayan biz İran halkı, bu gün hepimiz kültürlü birer Mösyö olmuşuzdur diye ışık (!) tutuyordu..
Özellikle, Rıza Khanın, İranda da müslüman halkın yaşayışını ve kültürünü ve hattâ inanç kaynaklarını temelden değiştirmeye yönelik bir takım adımlar atması ve halkın verdiği tepkilerin kanlı şekilde bastırılması ilgi çekicidir..
Hele, keşf-i hicâb denilen, tesettürün, örtünün yasaklanması konusundaki alçakça uygulamaya karşı sadece Meşhedde, Gevherşâd Mescidinde toplanıp itirazlarını dile getiren binlerce müslümanın üzerine saldırılıp 700den fazla müslümanın orada, mescid içinde katledilmesi, bunların en başında gelir..
Rıza Khanın, 1934lerde Türkiyeye gelip, M. Kemalle görüşmesinin hemen ardından, -M. Kemalin, kendi adamlarından oluşturduğu bir Meclis tarafından kendisine hem de kanun yoluyla Atatürk soyadını verdirtmesinde olduğu gibi,- kendisine peder-i millet soyadını ingilizlerin de tavsiyesiyle almak istemesi çabaları, Mirzade-i Eşkî isimli bir şairin, bu sahte babayı hicvetmek için yazdığı, İran milletinin babası, eğer bu babasız ise... diye başlayan bir şiirdeki peder-i bî peder (babası olmayan baba, soysuz) ifadeleri, geniş halk kitlelerinin diline yerleşiverince.. Bu şair, sonunda, beynine isabet eden bir mermiyle canından olduysa da, ingiliz emperyalizminin, İran halkının temel değerlerine düşman olan bir kişiyi örnek gösterme yolundaki bütün çabaları boşa çıkmış ve böylece, babası ve ailesi hakkında sağlıklı bilgileri bile bulunmaması yüzünden, bu nitelemenin üzerine daha bir yakıştığı/ yapıştığı Rıza Khan, peder-i millet/ milletin babası gibi bir unvanla anılmaktan mahrum kalmıştı..
Bundan ayrı olarak, halka Avrupaî şapkalar giydirilmeye çalışılması ve latin harflerini kabul ettirilmeye kalkışılması gibi uygulamalar da toplumu derinden derine çeşitli tepkilere sürüklemişti..
Milletin aç, bi-ilaç, perişan, yoksul olmasından faydalanarak, milleti teslim alacağını sanan Rıza Khan, entrikalarının, hıyanetlerinin bedelini, ulemânın öncülüğünde büyük sosyal patlamalar şeklinde aldı ve ulemâyı, kendisine örnek edindiği başka yerlerdeki öncüleri gibi, dârağacına çekerek, zindanlara doldurarak netice alabileceğini sandı, ama, ulemâ, verdiği kurbanlarla dönmek bilmedi..
O dönemde, ingiliz emperyalizminin, bugün Amerikan emperyalizminin yaptığı gibi -kendilerini bağımsız sanan nice ülkelerin en mahrem iç işlerine bile müdahale ettiğini, ama, bunları bir müttefiklik ve dostluğun gereği imiş gibi yaptığına ve amma, gerektiğinde dayatmalar halinde de bunları yerine getirdiği örneklerinde olduğu gibi- her şeyle meşgul oluyorlardı.. (Burada, geçen hafta, Türkiyeye gelip MİT ve TSK şefleriyle gizli görüşmeler yaptığı, ülkesine döndükten sonra anlaşılan yüksek dereceli Amerikan İstihbarat Şefini de hatırlayabiliriz..)
Rıza Khanın Müslüman İran halkının direncini kırmakta zorlandığını gören İngiliz emperyalizmi, onun 2. Dünya Savaşı başlarında yavaş yavaş Hitler Almanyasına doğru da biraz yaklaşır gibi bir hava sezince.. Ölümünü beklemeye tahammülünün olmadığını düşünerek, kukla değiştirmeye karar verdi ve onu Güney Afrikaya sürgüne gönderip, yerine oğlunu (son şah olan M. Rıza Pehlevîyi) getirdi, 1941 yılında.. Ve, yeni Şahın culûs (tahta geçiş) merasimi, İngiliz Elçiliğince hazırlanmıştı.. (Bu soytarılık, SAVAKın kurucularından ve başkanlarından -ve de son Şahın çocukluk yıllarından beri en yakın arkadaşlarından olduğu için, bu gibi merasimlerin yerli kanattaki en baş sorumlularından olan) General Ferdûstun hatırâtında çok ilginç bir şekilde anlatılır..
Güya bir Meclis vardı.. Ama, Musaddıq bile, ... Hangi meclisten bahsediyorsunuz ? Rıza Khan döneminde İngiliz Büyükelçiliğinin izni olmadan hiç bir m. vekilinin giremediği bir Meclisten mi ? Yoksa, başkanını yabancı güçlere bağlı kişilerin seçtiği bir Meclisten mi ? diyordu.. (Hatırât-ı Musaddıq, 1987, s 191)
Musaddıqın bu sözleri bile, durumu anlatmaya yeter..
İngilizlerin etkisi , 1953deki askerî darbeden sonra Amerikalıların eline geçince, sadece patronlar değişmişti.. Yoksa, sergilenen tablo aynıydı..
Benzer bir durumu, Amerikan Başkanı (maqtul) J. F. Kennedynin eşi Jacklin Kennedynin hatırâtında da görürüz.. O da, Şahın Maliye Bakanı Ali Eminînin gözlerinin güzelliğine vurulduğunu ve Şahdan, Eminîyi başbakan yapması ricasında bulunduğunu ve Şahın da kendisinin ricasını kırmayıp, onu Başbakan yaptığını yazar..)
Ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İran, müttefiklerin önemli karar merkezlerinden birisi olarak dikkati çekiyordu.. Özellikle, Amerika, Sovyetler ve İngilterenin çıkar ihtilaflarına konu olan İran, 1943 yılında Stalin, Churchill ve Rooseveltin katılımıyla yapılan Tahran Konferansından sonra, emperyalistlerin işine gelecek şekildeki modernleşme hamlelerine hız verdi..
*Kendi ülkelerinin işgalcisi durumunda olan ordular ve Musaddıq..
Kapitalist ve komünist güçlerin birlikteliğiyle, Hitler Almanyası yenilgiye uğratılıp, savaş sona erdiğinde, kapitalist Batı dünyası zafer sarhoşluğu içindeyken, komünist dünyanın patronu olan Stalin Sovyetleri ise, Doğu Avrupayı yutuveriyor ve kendisine bağlı yerli komünistler eliyle, demokratik halk cumhuriyetleri diye anılan yığınla rejimler oluşturuyor ve bu rejimlerin Batı dünyasıyla irtibatını da kesiyor, Soğuk Savaş yıllarında, siyasî ve ideolojik tarifler için çok kullanıldığı üzere, Batı ve Doğu blokları arasına -farazî- bir demirperde çekilmişti.. Sovyetler, Tahran Andlaşmasına da, yeni şartlara uymadığı gerekçesiyle, karşı çıkarak, kendisine sınırdaş olan bölgelerini işgal etmiş ve azerî ve kürd bölgelerinde kendine bağlı otonom/ özerk cumhuriyetler kurmuştu.. Özellikle, başkenti İran Kürdistanının Mahâbâd şehri olmak üzere Gazi Muhammed liderliğinde bir Kürd Cumhuriyeti, 9 ay sonra yok edilecek ve Gazi (Kadı) Muhammed idâm olunacak ve ayrıca, Hazar Denizi kıyılarını ve İran Azerbaycanını işgal etmiş olan Stalin Sovyetleri de, Batılıların bastırması üzerine geri çekilmeye mecbur kalacaktı.. Bunlar, tamamiyle emperyalist güç odaklarınca hazırlanan planların gereği idiyse de, içerde genç Şahın diplomatik ve de ülke bütünlüğünü korumaktaki üstün başarısı olarak sunuluyordu..
Ama, özellikle Sovyet işgalinin sona erdirilmesinin bedeli, İranın daha bir Batı kuklası olması idi.. Nitekim, özellikle ingiliz emperyalizmi, İrana pençesini vargücüyle geçirmişti ve hele de İran petrolleri üzerindeki kontrolü tam olarak elinde bulunduruyordu.. Ancak, Azerbaycan petrollerinin üzerinde Sovyetlere yine de bir pay bırakılmıştı.. Halbuki, hele de o dönemde, yoksulluğun pençesindeki İran için, petrol bir zenginlik hayalini oluşturuyordu..
*Bu hayali siyasî plana taşıyanlardan birisi de Muhammed Musaddıq idi..
Musaddıq, İran tarihinin hele de son yılının önemli isimlerinden birisiydi.. Bu yüzden onun hakkında, biraz daha durmak gerekiyor..
Meşrutiyet döneminin Maliye Nâzırı Mirza Hidayetullahın oğlu olarak 1881de doğan ve oldukça genç olmasına rağmen Meşrutiyet hareketinin içinde yer almıştı.. Meşrutiyet yıllarında, İngiltereye giderek hukuk okudu.. 1920lerden sonra, Valiliklerde ve daha sonra da Dışişleri Bakanlığında bulunan ve birkaç kez de tutuklanan ve amma, Musaddıq-usSaltana.. (Saltanatın doğrulayıcısı..) unvanını yine de uzuuun yıllar kullanan Musaddıq, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, petrollerinin Sovyetler'e bırakılmasına karşı çıkmasıyla tekrar sivrilmişti.. Meşrutiyet yıllarının şairlerinden İrec Mirzanın şiiri, dillerde dolaşıyordu: İngilizlerle Ruslar, yine anlaşmışlar../ İran üzerine yine hiç boş durmazlar. / Yazık ki! İranın yöneticileri, / Herşeyden habersiz, oturuyorlar.. / Kediyle fare arasında anlaşma, / Dükkanla bakkalı perişan eder..
Musaddıq, Cebhe-i Millînin lideri durumundaydı ve bu cebhenin güçlü protestolararı ve İngilterenin de teşvikiyle, 1947de, Sovyetlerin imtiyazı kaldırılmış ve Musaddıq daha bir ünlenmişti..
1950 yılında dönemin ünlü başbakanı General Ali Rezmaranın Mart 1951 tarihinde, Nevvâb Safevînin lideri olduğu Fedaiyân-ı İslam teşkilatının bir üyesi tarafından tertib olunan bir suikasd sonunda öldürülmesini takiben çıkan ayaklanmalar üzerine, Şah, durumu kontrol altına alabilmek için Musaddıqı Başbakanlığa getirmek zorunda kaldı.. Ve Musaddıq petrolü millîleştirdi.. Ancak, Şah, bu gelişmelerden rahatsız oldu ve Musaddıqı istifaya zorladı.. Ancak, Temmuz -1952de, geniş halk kitleleri Âyetullah Kaşânî liderliğinde ayaklanırlar ve Şah, 4 gün sonra Musaddıqı yeniden Başbakanlıka getirmek zorunda kalır, ama, hemen arkasından da, kendisi, o zamanki ünlü eşi Sureyya ile birlikte yurt dışına kaçar ve Romaya yerleşir..
Musaddıq ve petrolün millîleştirilmesi etrafında şekillenen o dönem, son yüzyıl İran tarihi açısından, çok önemli bir dönüm noktasıdır.. Ve Musaddıq da gücünün zirvesine yükselmişti.. Ama, inişi de suratli oldu...
Geniş müslüman kitlelerin İslamî taleblerine karşılık verebilmek için, kendisine o mücadeleler içinde destek de veren ulemâdan Âyetullah Kaşanî Meclis Başkanlığına getirilmişti.. Bir İslam âliminin Meclis Başkanlığına gelebilmesi, o günlere göre, alışılmışın ötesinde büyük bir gelişmeydi.. Musaddıqın uygulaması, Sovyetleri de memnun ettiğinden, komünist Hizb-i Tudeh (Tudeh Partisi) de destekliyordu, Musaddıqı.. Bu destek, mütedeyyin kitleleri rahatsız ederken, bu mütedeyyin kitlelere tepeden bakan çevrelerin Musaddıqı da destekleyip, müslüman kitlelere ve ulemâya karşı ağır hakaretler içeren yayınlara curet etmesi ve bunların resmî himayeyle korunması, ipleri iyice kopardı ve Kaşanî, Lübnana sürüldü.. Ve bu gelişmeler Musaddıqın iktidarını güçsüzleştirdi..
Nitekim, 1953 yılında, o dönemini amerikan Başkanı Eisenhowerin emriyle yapılan CIA planlı bir askerî darbe, beklenmiyen bir rahatlıkla başarılı oluverdi..
Bir gün ortasında, General Zâhidî, bir tankla Başbakanlık binasına girip, kapıda nöbet bekleyen bir kaç askeri bizzat öldürmüş ve Musaddıqı tutuklamıştı.. Hemen arkasından da Şah, 45 günlük bir ayrılıktan sonra, görkemli merasimlerle İrana geri geliyordu..
Musaddıq, daha sonra yapılan yargılamalarında, Geri kalmış orduların orduları, kendi ülkelerinin işgalcisi durumundadır.. sözünü o savunmalarında söylemişti ki, bu söz, hepimiz için bugün de düşündürücüdür, sanıyorum..
İran tarihinde Qacariye Khanedanının ünlü sadrâzamlarından Emir-i Kebire benzetilen ve 2. Emir -i Kebir diye anılan Musaddıq, işte böyle uzaklaştırılmıştı..
Ama, (daha sonra Şaha damad da olan) General Zâhidîye -Kermit Rooseveltin Karşı Darbe- CIA İranda.. ismiyle yayınladığı eserinde açıkladığı belgelere göre-, sadece 200 bin dolara yaptırılmış bir darbeydi bu.. John Perkins de, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafı isimli kitabında, kendisinin de Kermitin yardımcısı olduğunu, yakalanacak olsalardı, yaptıkları işin devletle hiçbir ilgisinin olmadığı planına göre hareket etmek kararında olduklarını açıklar ve şöyle der: Kermit birkaç milyon dolarla gitti, çok ama çok etkili ve becerikliydi, kısa bir süre sonra, Musaddıqı devirdi. İran Şahı'nı onunla değiştirdi. Şah petrol konusunda her zaman olumluydu. Ve bu son derece etkileyiciydi. İnsanlar Tahran'a yürüyorlardı. Subaylar, Musaddıqın teslim olduğunu ve diktatörlük rejiminin sona erdiğini bağırıyordu. Şah'ın resimleri sokaklarda gezdirilerek duygular tersine çevrildi. Şah, evinde hoş karşılandı. Burada ABD'de Washington'da insanlar olanlara bakıp: Vay! Bu çok kolay ve ucuz! dediler. Böylece imparatorluk kurup ülkeleri yönlendirmek için bir sürü yeni yol bulundu. Roosevelt'in tek problemi CIA ajanı kimliği taşımasıydı. Eğer yakalanırsa, sonuçları çok ciddî olabilirdi. O noktada, hızla, özel danışmanlar kullanılmasına karar verildi. Parayı Dünya Bankası, IMF veya benzer diğer ajanslara kanalize edecek, benim gibi özel şirketler için çalışan insanlar getirdiler. Böylece eğer yakalanırsak ortada hükümetle ilgili bir sonuç olmayacaktı..
Evet, hemen her yerde oynanmakta olan oyundan bir kesit..
Ve 1963 yılına gelindiğinde, Ak Devrim adını verdiği İranın sosyal dokusunu tamamen değiştirmeye yönelik bir takım atılımlar yapmaya kalkıştığında..
*
*İmam Khomeynînin tarih sahnesine çıkışı.. 5 Haziran 1963 Qıyâmı..
İşte o zaman, 5 Haziran 1963de.. İmam Khomeynî liderliğinde, büyük bir qıyâm hareketini gerçekleştiriyordu..
15 bin insanın canına mal olan o korkunç qıyâmdan sonra.. İmam Khomeynî, Şah ile o zamanki TC başbakanı arasında yapılan bir anlaşma gereği, gizlice Türkiyeye sürülüyordu.. Türkiyeye giderken, İmama görüşleri ve idâmdan kurtulduğu için sevinçli olup olmadığı soruluyordu.. O hassas anda bile, İmam, Goldorun (yani, zorbanın) oğlu (yani Şah), benim için mürtecî diyor. Aslında onun mürtecî demek istediği ben değilim.. O, gerçekte Kurana ve Peygambere mürtecî demek istiyor, ama, onlara açıkça söyleyemediği için, bana söylüyor.. diyor ve böylece nasıl bir kesin kararlı ve yılmak bilmez bir mücadele eri olduğunu bir daha ortaya koyuyordu..
İmam Khomeynî, gizlice getirildiği Türkiyede yine gizlice, 11 ay kalacaktı, Bursada, Muradiye semtinde.. Türkiye kamuoyu İrandaki 15 bin kadar insanın hayatına mal olan o büyük sosyal çalkantıdan da, o büyük qıyâmın liderinin Türkiyeye gönderildiğinden de habersizdi.. Ve İmam daha sonra, Iraka gönderilecek ve medreseleriyle ünlü Necefe yerleşecekti..
Necefte ders verirken, çoğu hocalar onun siyasetle, hikmet ve felsefeyle de meşgul olduğunu, felsefeyle meşgul olan kişinin su içtiği bardaktan su bile içilemiyeceğini söyleyebiliyorlardı..
İmam, Necefte iken meydana gelen bir hadise de ilginçtir..
Şahın başbakanı Hasan Ali Mansur, Irakı ziyaret eder ve Necefe de gider.. Bütün ulemâ, başbakanı ayakta karşılar.. İmam ise, yerinden kıpırdamaz bile.. Sanki onu görmemiştir, oralı bile olmaz.. Mansur, Şahtan özür dile, affedileceksin.. der.. İmam, hiç cevab ve tepki vermez.. Rivayet oduru ki, İmamın bu aldırmayışına Mansur çok sert bir tepki verir ve çok saygısız davranır, İmama..
Ve kısa süre sonra, Mansur, Tahranda öldürülür.. İmama hakaret ettiği ve Ona yapılan hakaretin bütün bir müslüman halka yapılmış sayıldığı gerekçesiyle..
İmam, Necefte derslerini veriyor ve 15 yıl boyunca, elindeki bütün imkanlarla, vaazlarla, teyp kasetleriyle, muhatab kitleyi yetiştirmeye, uyarmaya, şuûrlandırmaya çalışıyordu.. Ve nihayet, 1977 yazında İranda, yeni bir derin sosyal çalkantı başladığında, komünistler, nasyonalistler ve müslüman halk kitleleri Şah düzeninin artık gitmesi gerektiğinde görüş birliği içindeydiler.. Ama, bu yeni sosyal çalkantıya, İmamın işaretiyle müslüman kitleler de katılınca.. Ve onlar da tamamiyle Allahu Ekber! vs. İslamî şiarlarla caddelere milyonlar halinde dökülünce..
Dünya şaşkına dönüyordu..
Ve İmam da, Şahın Saddama baskısıyla, 1978 Ekiminde Irakdan çıkarılıyordu.. Ama, nereye gideceği bilinmiyordu.. İmam, Kuveyt Havaalanına bırakılıyordu.. İmam, halkı müslüman ülkelerin liderlerine hitaben yayınladığı bir bildiri ile, halkı müslüman olan bir ülke arıyorum diyordu, ama, Şahın gazabından çekindikleri için, kimse ona kapısını açmaya yaklaşmıyordu..
İşte o sırada Parise hareket etmek üzere olan bir fransız uçağı onu alıyordu..
Zamanın Fransa C. Başkanı Giscard dEstaign, Şaha, Bu adamı ne yapalım? diyordu.. Şah ise, ne cevab vereceğini bile bilemiyecek durumda, perişan idi, artık..
Evet, İmam Khomeynî, sadece Ekim -1978 ile 1979 Şubatı arasındaki 4 ay süre boyunca kalmıştı Pariste.. Çok kere zannedildiği gibi, 15 sene değil..
İmam, Paris banliyösündeki Neuflele Chateauda bir ev kiralıyor ve orada dünyanın ilgisini daha bir çekiyordu.. Çünkü, Paris, adetâ bir duyuru kulesi mesabesindeydi ve İmamın hesabında olmayan bir şekilde, karşısına son anda bu imkan da çıkıvermiş, dünya medyasının ve haberleşme ağının daha yakın ilgi alanına girivermişti..
O sırada, İranın hemen bütün yerleşim birimlerinin duvarlarına kocaman harflerle ingilizce, arabça ve farsça olarak Biz İslam Cumhuriyeti istiyoruz yazıları yazılıyordu, İmamın takibçileri tarafından..
Komünistler ve diğer güç odakları da gösterilere katılıyorlardı.. Ama, onlar tabiatiyle, Allahu Ekber! demiyorlar, diyemiyorlardı.. Kar- Mesken- Âzâdî... gibi materyalist ve maddî ve sadece dünyevî hedefleri göstermeye kalkışıyorlar ve tabiatiyle, Lailahelillah, La şarqıyye/ La garbiyye... Hükûmet-i İslamiye.. Allahu Ekber, Khomeynî Rehber! diyorlar ve İmam da, kendi adına hemen her yakınının bir açıklama yaptığını görünce, bunu önlemek için, kaldığın evin duvarına, İmamın sözcüsü yoktur.. yazısını yazdırıyordu.. Yani, en yakınlarınca bile getirilse de, kendi ağzından duyulmayan sözlerin kendisine aid imiş gibi gösterilmesinin yolunu kapatıyordu..
*
* Tâgût düzeninin İran coğrafyasındaki hâkimiyeti son bulmak üzereydi..
Ve, 1977-79lardaki o büyük qıyâmın son merhalesine işte böyle gelinmişti..
Meclisler sindirilerek, dârağaçları kurularak, kukla Şahlar değiştirilerek netice alınamıyacağının, milletin yolunun artık kesilemiyeceğinin gösterileceği bir büyük qıyâm.. meyveye durmaktaydı.. Ve bu yolda, onbinler- hattâ yüzbinler kurban verilmişti, elbette..
Ama, en aziz değerlerinin Allah'u Ekber' şiarında ifade edildiğini anlatan milyonlar, o en aziz değerleri için canlarını fedâ edebileceklerinin kararlılığındaydılar ve öldürüldükçe, daha bir kararlı olan bir müslüman halkın müthiş direnişi daha bir çelikleşiyor ve öldürdükçe daha bir korkuya kapılan Şah ve generallerinin ve diğer üst yönetici kadrolarının ülkeden birer-ikişer kaçmaya başlamaları sonun başlangıcını yaklaştırıyor ve bu arada, Şah ve adamları, Seçim yapılsın, o da (yani İmam Khomeynî de), seçimlere katılsın; kazanırsa, başbakanlığı ona veririz.. haberlerini ulaştırıyorlardı..
Bu ilginç taktiğe bazı inkılabçı kişiler de ilgi duymuştu.. Öyle ya, Bir seçim yapılsa, onu kimin kazanacağı belli idi.. Yani, iktidar kafesteki kuş gibiydi..
Bu gibi tekliflere ise, o büyük qıyâma öncülük yapan İmam Khomeynî, Biz neyi nasıl yapacağımızı, müslüman bir toplumun kendisini nasıl idare edeceğini kimseden öğrenecek değiliz.. Biz sadece Şaha ve adamlarına, çekip gitmelerini ihtar ediyoruz.. Bu onbinler tâgûtun elinden sunulan iktidar makamlarına ulaşmak için kanv e can vermiyorlar, onlar Allahın dininin hâkimiyeti için veriyorlar bu mücadeleyi.. diye kapıyı kapatıyor ve yakın çevresindekilerin yaptıkları açıklamaların kendisini bağlıyan bir yönünün olmadığını da, bulunduğu evin duvarına,çeşitli dillerde kocaman harflerle yazılan, İmamın sözcüsü yoktur.. ibaresiyle ortaya koyuyordu..
Bu arada, İranı kurtarmak adına, Şah ülkeden kaçarken oluşturduğu ve Saltanat idaresinin en yetkili ve Şah Vekili durumundaki Niyabet Meclisinin başkanı Celâl Tahranî, Parise, İmamla görüşmeye gidiyor ve amma, İmam, onunla o sıfatla görüşmeyi kabullenmiyor ve o da iki gün bekledikten sonra, Niyabet Meclisi Başkanlığından istifa ediyor ve sıradan bir İranlı durumuna gelince, İmam tarafından kabul ediliyordu..
Ve nihayet, İmamın, 1 Şubat 1979 sabahı İrana döneceği açıklanıyor ve böyle bir Rehber/ İmam ve talebelerinin öncülüğündeki milyonlar da, geçmişin denenmiş bütün yollarının netice vermiyeceğini söyleyebilen ve bu yolda kararlı ve sözünü net olarak söyleyen bir lideri İmamlarını, Mehrâbâd Havaaalanında karşılamaya koşuyorlardı..
Uçağının düşürülmesi ihtimali olduğundan, İmam, kendisini İrana götürecek olan uçağa, çok yakın bir kaç kişi hariç, kimseyi almamış ve gazetecilerin ayrı bir uçakla gelmesini istemişti..
Halen Almanyada yaşayan Behram Nirumend isimli bir eski marksist sosyolog, Parmaklıklar arkasında solan güller ülkesi : İran isimli kitabında, o günleri anlatırken, ilginç tesbitlerde bulunur..
Almanyada uzun yıllar geçirdikten sonra bir fırsatını bulup da ideallerindeki marksist devrimi gerçekeleştirip gerçekleştiremiyeceklerini test etmek için, İrana döner, kendisini gibi sosyologğ olan eşiyle birlikte..
Şah döneminin kalburüstü, seçkin, elit denilen kesimleri yüzbinler, belki milyonlar halinde kaçmışlardır..
Geride kalanlar ise, yeni Şahları olmasını arzu ettikleri İmamı karşılamak için, havalaanına koşarlar.. Kırmızı halılar, en nadide güller yoluna serilmiştir.. Karşı tarafta ise, milyonlardan oluşan bir insan okyanusu..
Sosyologumuz, dikkatle gözlem de yapar.. İmam uçaktan iner, yüzünde en küçük bir işaret vermez.. Ve yol, -sözde- aydınların bulunduğu tarafa doğru açıktır.. Ama, İmam o sahneyi görür ve onlara hiç selâm bile vermeden, bir tebessüm bile göstermeden; kendi halkının içine, milyonların arasına karışıp, o insan okyanusuna dalıverir.. Nirumend, o zaman, yayında bulunan hanımına, Biz zokayı yuttuk.. Bu adam sıradan lider tiplerinden birisi değil.. O ne yapacağını biliyor.. demekten kendisini alamaz..
Ve, Mehrâbâd Havaalanından 30 km kadar güneydeki Beheşt-i Zehrâ isimli Tahran mezarlığına gider, milyonların toz-duman içinde adeta kaybolan milyonların içinde.. Ve orada, Kalkın ey şehidler, İmamınız geldi.. şeklindeki en çarpıcı inkılab surûdlarıyla, marşlarıyla karşılanıyordu, milyonların boğazlarında hıçkırıklar..
Ve sonra, Güney Tahrandaki bir ilkmektebe yerleşir.. Ve amma, Şahın gider ayak başbakan yaptığı Şahpur Bahtiyar, hâlâ iktidardadır ve İmama, Qum şehrine yerleşip, orada Vatikan gibi saygın bir merkez oluşturmasını önermektedir, İmam bizim de imamımızdır.. gibi saygılı ifadelerle.. Ama, ilave eder: Ancaaaak, yönetim işi, biz aydınların işidir.. !!!
Ama, İmam ise, yerleştiği Güney Tahranda yerleştiği bir ilkokulda, 10 gün bekler..
Bu 10 günlük bekleyiş, niçindir? İnkılabın şafağında 10 gün..
Direnmek isteyen kışlalarda halk ile Şah kalıntısı güçler arasında çatışmalar çıksa da, bunlar fazla büyümez.. Çünkü, Silahlı Kuvvetler, artık Hükûmetin emrinde olduğunu tekrarlamaz, kendisine saldırılmadığı takdirde, gelişmeler karşısında tarafsız kalacağını resmen açıklar..
Ancak, subayların önemli bir problemi de, daha önce Şaha sadakatten asla vazgeçmiyeceklerine dair ettikleri yeminlerdir.. İmam, konusu haram ve bâtıl olan bir konuda yapılan yeminden dönmenin herhangi bir şerî sorumluluğu olmayacağını açıklar ve Silahlı Kuvetlerin kendi halkının iradesine baş eğmesi daha bir kolaylaşır..
Bunun Fecr sûresindeki yemin edilen 10 günün sırrına teslim oluş olarak denilebilir.. Arzu edenler, bu sûrenin On geceye yemin edilerek başlıyan ilk 10-15 âyetindeki manâları okuyabilirler ve üzerinde bu çerçevede de düşünebilirler..
*
Ve 10 günün sonunda, İmam, ültimatomunu verir.. (Hicrî- şemsî İran takvimi itibariyle) 22 Behmen 1357 günü, halk bütün ülkede, devlet dairelerine el koyacaktır.. Bir direnme olursa, cihad ilan ederim.!
Ve o gün, milyonlar devlet dairelerine elkoyarlar ve Şahlık rejimi bütünüyle çöker.. İlk olarak radyo-televizyonu ele geçiren halk kitleleri, nasıl seslenileceğini bile bilmeden, alt kademe personelin yardımıyla, stüdyolardan, Bismillahirrahmanirrahiym.. İncaaaaa, Sadâyı Cumhurî-i İslamî İran... ( Burası İran İslam Cumhuriyetinin Sesi) Allahu Ekber! sesi yükseldiğnide, artık, Şahlık rejiminin tamamiyle çöktüğünün en belirgin işareti dünyaya en net şekilde verilmiş oluyordu..
Evet, bir rejim, bütünüyle çökmüş, ordu dağılmış, mahkemeler, üniversiteler, medya, sendikalar, eğitim ordusu, emniyet, yani geçmiş düzen adına ne varsa, hepsi yüzükoyun.. Düzeni yeniden sağlamak, salt akılla olacak değildi; güçlü bir karizmatik şahsiyet gerekliydi.. Bu da, ancak İmam Khomeynî idi..
Nitekim, İmam, kendiliğinden infaza yapanlara ihtarını yapıyordu:
Bir suçlu zanlısı varsa, yakalayıp İslam mahkemelerine getireceksiniz, yargılanacaklar.. Ama kim kendiliğinden herhangi bir zanlıya bir sille bile vurmaya kalkışsa, o da bir Şah gibidir.. diyor ve bu söz, adâleti kendiliğinden yerine getirebileceklerini sananların, ihkak-ı hakk derdine düşenlerin yolunu bıçak gibi kesiyordu..
*Ama, inkılabı elde tutmak, inkılabı yapmaktan daha da çetin geçecekti..
Ve İmam, ilk Geçici Hükûmetini oluşturur.. Mehdî Bazergan Başbakanlığa getirilir.. Bazergan, Musaddıq zamanından ve petrolün millîleştirilmesinden beri İran siyasetinde önemli bir müslüman teknokrat olarak sivrilmiş bir isimdir..
Ve halkın kendi kendine cezalandırmalara girişmemesi için, İmam Khomeynî , suratle, İslam İnkılabı Mahkemelerini kuruyor ve bu mahkemeler de dünyayı şoke eden ve ama, İran halkının adâlet isteklerine cevab olacak şekilde, geçmiş rejimin eli kanlı baş suçlularını lâyık oldukları cezalara, Dünya ne der, dünyanın tepkisi ne olur? gibi vehimlere kapılmadan, tereddüt etmeden çarptırıyordu..
Ve İslam İnkılabı rejimi, kaçamayıp yakalananlardan, üst kademe sorumlularının süratle yargılanmaları yoluna gitti, oluşturulan İslam İnkılabı Mahkemeleri eliyle.. En başta da, Şahın son dönemlerinde 13 yıl başbakanlık Emir Abbas Huveydâ yargılanıp, idâma mahkum ve hüküm kurşuna dizilerek infaz ediliyordu, dünyanın şaşkın bakışları arasında..
Halbuki, Huveydanın dünyanın ünlü masonlarından olması hasebiyle idâmına hükmedilemiyeceği sanılıyordu.. Ve bunun için, Geçici Hükûmetin başkanı Mehdî Bazergan da infaza kesinlikle karşı çıkıyordu.. Ama, İslam İnkılabı Mahkemesinin tam yetkili başkanı Âyetullah Sâdıq Khalkhalî, bu engellemelere aldırmamıştı.. Huveydâ ise, savunmasında ya, Benim haberim yoktu.. diyor; ya da, Ben Şahın emir kuluydum, bir suçlu varsa, asıl suçlu odur, önce onu idâm etmelisiniz.. diyordu.. Huveydânın idam edildiğinin açıklanması bütün dünyada olduğu gibi, Türkiyede de şoke edici biri haber olarak verilmişti.. Türkiye başbakanı Demirelin, tepkisini, Yüreğim parçalandı... diye dile getirmesi, durumu daha iyi anlatabilir..
Ve onu diğer bazı büyük başların idâmları izledi..
Gevherşâd Mescidi katliâmının komutanı ve daha sonra general ve de Şahın Meclisinde senatör de olan ve de 85 yaşında olduğu için artık kendisine ceza verilemiyeceğini sanan ve kaçamadığı için yakalanan kişi de, o cinayetinin üzerinden 44 sene sonra, İslam İnkılabı Mahkemesinde yargılanıyor ve Ben o kadar ölü olduğunu bilmiyordum.. gibi savunmalarla kurtulmaya çalışıyor ve verilen idâm hükmü, o cinayette öldürülenlerin yakınlarının çektiği tetiklerle infaz ediliyordu..
Bu arada hemen bir Danışma Meclisi oluşturularak, yeni Kaanun-i Esasî/ Anayasa hazırlanıyor ve bu halka sunuluyor ve yüzde 98le kabul ediliyordu..
Bu arada, yeni bir rejim kuruluyordu da, bu yeni rejimin adının Bazergan, illa da Demokratik İslam Cumhuriyeti olmasını istiyordu.. İmam ise, Biz cumhuriyeti İslamla, halkın iradesinin İslam açısından geçerli olması halinde itibar göreceği kaydıyla sınırlandırdık.. Siz ise, İslam Cumhuriyetini Halk ne kadar istiyorsa, o kadar diye.. demokrasiyle sınırlandırmak istiyorsunuz.. diyordu..
O zaman, anayasada hiç değilse, bir kelimeyle de olsa, demokratik haklara atıfta bulunulsa.. diye bastırıldığında, İmam, Biz İslamın tanıdığı ve tarif ettiği hak ve hürriyetlerden sözediyoruz.. Başkalarının hürriyet anlayışlarından değil.. Onlardan bize ne... diyordu..
Bu arada, müslüman bir toplumun, bir Faqih İslam âliminin velayeti altında yönetilmesinin gerekliliği manâsını taşıyan Velayet-i Faqih anlayışının anayasada en temel kavram ve kurumlardan birisi olarak yerini alması da, en çetin tartışmaların odağını oluşturuyordu..
Bu arada, bu anayasa çalışmalarının başında bulunan (merhûm) Beheştî, İslam halka sunulur mu? şeklindeki bir suale, Bir İslamı halka sormuyoruz, İslam adına hazırlanan bu anayasayı kabul ediyor musunuz? diye karşılık vermekteydi..
İnkılabdan hemen sonra kurulan bir Danışma Meclisince oluşturulan anayasaya göre, ilk cumhurbaşkanı da seçiliyordu.. İlk cumhurbaşkanı, Ebul Hasan Beni Sadr olmuştur..
Ama, bu arada elbette içerde yığınla suikasdler, bombalamalar, iç savaş denemeleri, azerî ve türkmen bölgelerindeki türkçü, arabçı, beluccu, kürdçü isyanlar ve bu arada komünist partisinin ayaklanma denemeleri.. Ki, bir yıl geçmeden, Mujahedeen-e Khalq isimli ve özellikle genç nesiller üzerinde epeyce etkili olan bir silahlı mücadele teşkilatının sergilediği silahlı çatışmalarda birlikte hareket eden ve bir bakıma farsçı kavmiyetçi ayaklanma denemesinin sembol ismi haline gelen Beni Sadr da azlediliyordu, Meclis tarafından..
Bu arada, inkılabın bekçiliğini gerçi milyonlar yapıyordu, ama, kendi düzenli gücü henüz yeni yeni oluşuyordu.. Ancak bunların çoğu da, İslamî bilgi seviyesinden uzak, sadece İmamın karizmasına hayran kimselerdi.. İmam ise, kendisine hayranlıkla, aşkla bağlı insanlardan İslamın hizmetine adanmış bir güç oluşturmanın hünerini gösteriyordu..
İslam İnkılabı Muhafızlar Ordusu (Pasdaran) o günkü şartlarda öyle vücud bulmuştu..
Ve esasen İmam, kendisini yüceltilmemesini hatırlatıyordu..
Nitekim, ilk İslamî Şûrâ Meclisinin kendisini topluca ziyarete geldiklerinde, ağzı bol laf yapan bir Tahran m. vekili (Fahruddin Hicazî), İmamı büyük övgülerle anmaya başladığı zaman, İmam canlı yayında kaşlarını çatıp, Sus be adam.. Bu gibi lafları nasıl söyleyebiliyorsun.. Benim de etten kemikten birisi olduğumu düşünmüyor musun? Şahları ortaya, senin gibilerin sözleri de ortaya çıkarır.. Bizim yaptığımız nedir ki, böyle övgüler yapılıyor? diyebilmekteydi..
Keza, savaş cebhelerinden gelen ve Biz senin askerleriniziz.. diye selamlayan askerlere de, aynı şekilde, Efendiler, ne siz benim askerim olunuz, ne de ben sizin.. Hepimiz, Allahın askeri olmaya bakalım.. derken, sadece bir siyasî lider değil, toplumu ahlâkî ve itiqadî bakımdan da İslam potasında yeni baştan yoğuran, şekillendirmeye çalışan bir İslam âlimi olduğunun sorumluluğunu asla unutmadığını ortaya koyuyordu..
*
*İslam Cumhuriyeti, 30 yıl boyunca hep, bütün emperyalist ve şeytanî güçlerle savaştı...
Ve daha sonrasını..
Birkaç ara başlık halinde, kısa kısa zikredelim..
*İnkılabın henüz 9. ayında, 4 Kasım 1979 günü, Tahrandaki Amerikan B. elçiliği işgal edildi.. üniversite öğrencilerince.. 52 diplomat-casus rehin alındı.. Rehineler, Hükûmet güçlerinin elinde değil, kendilerini Hatt-ı İmam/ (İmam çizgisinde) diye tarif eden öğrencilerin elindeydi.. Ve onlar da, rehineleri hemen, ülkenin çeşitli yerlerine dağıtımışlardı.. Yani, bir kurtarma operasyonunun şansı çok zayıftı..
*Rehineleri kurtarmak için, Amerikanın Büyük Okyanustaki filosu yola çıkarıldı.. Her an bir büyük savaş çıkmasının eşiğinde bulunuluyordu.. İmam Khomeynî, Amerika, hiç bir halt edemez! şeklindeki ünlü cümlesini söylediğinde, o zamana kadar, Amerikanın gücünden korkutulup sindirilen İran halkının kendisine güveni daha bir zirveye tırmanmıştı.. Çoğu müslüman ulemâ bile, Diplomatların dokunulmazlığı vardır, elçiye zeval yoktur.. gerekçesiyle, bu eylemi suçlarken; İmam, Biz elçilik yapanlara dokunmuyoruz, elçilik / diplomasi adı altında casusluk yapanlara ise, asla dokunulmazlık tanımadık.. İslam böyle bir dokunulmazlığı tanımamıştır.. diye karşılık veriyor ve itirazcıları mantıken susturuyordu..
*Bu arada, Mart-1979da, Carter, Enver Sedat ve Menahem Begine, yani Mısır ve İsrail rejimlerine, Camp David Barış Andlaşmasını imzalattırmıştı.. Bununla, Mısır, bütün arab dünyasındaki halklar ve rejimler tarafından hıyanetle suçlanıyordu.. Enver Sedat ise, diğer arab rejimlerinin de 10-15 sene sonrası, kendisini takib edeceklerini ileri sürüyordu.. Bir uzak görüşlülükle değil, emperyalizm karşısında teslimiyetçi bir ruh halinin ötekilerde de olduğunu bildiği için.. Mısırı en fazla hıyanetle suçlayanların başında ise, arab dünyası dışından bir ses, İran İslam Cumhuriyetinden geliyordu..
*Derken, Amerikan emperyalizminin, 1980 Nisanında Doğu İrandaki sonra Tabes Çölüne bir hava indirmesi yaptığı, ancak, inişte uçaklar, kum fırtınası veya rutûbetten meydana gelen kısa devre elektrik bağlantısından dolayı birbirine çarpıp düştüğü ve çok sayıda Amerikan askerinin öldüğü haberini dünya, Amerikan Başkanı Carterın televizyondan ağlıyarak yaptığı konuşmadan öğreniyordu.. Tam bir fiyasko olmuştu..
Daha da ilginç olanı, İran makamları da, haberi ve hadiseyi, Carterdan öğrenmişlerdi.. İmam Khomeynî Biz uyuyorduk, ama, uyumayan birisi vardı.. diyordu..
*Arkasından, Carter, Tahran üzerine iki atom bombası atılmasının kararlaştırıldığını ve bununla meselenin temelden hallolacağının umulduğunu anlatır hatırâtında.. Ancak, son karar kendisindedir ve bunun için, sürgünde olan Şahtan da (okey) alındığını ve amma bu bombaların atılması halinde, Amerikanın bütün müslüman coğrafyalarından kovulması gibi bir durumun ortaya çıkıp çıkmayacağı endişesi onu frenler..
*(Son Şah) Muhammed Rıza Pehlevî, kendisine sığınacak bir yer bulamadan, çeşitli ülkelerde kapı kapı dolaştıktan sonra, Temmuz 1980 sonunda, kanserden, Kahirede öldü..
Amerikan emperyalizmi, İranı ancak bir savaşla durdurabileceğini düşünüyordu..
*Böyle bir savaş için, İranla arası en açık olan ülke olarak Saddam Irakı, hazır vaziyetteydi.. Ancak böyle bir savaş için, savaş öncesi için, bölgenin muhkem hale getirilmesi gerekmekteydi..
*Halbuki, bölgenin en büyük ülkelerinden Türkiye anarşi, terör ve bir içsavaş benzeri, sağ-sol boğuşmasının pençesinde kıvranmakta; sokak savaşlarında, hergün, ortamala 25-30 kişi öldürülmekte ve sıkıyönetim uygulamaları da çare olamamakta; Maraş, Çorum, Kırıkkale ve diğer şehirlerde kanlı sosyal çatışmalar meydana gelmekte, yüzlerce insan katledilmekte ve bu çatışmalar, kamuoyuna, alevî-sünnî çatışması olarak sunulmakta veya gösterilmektedir... Türkiyedeki koalisyon hükûmetleri de sallantıdadır.. Ayrıca, Temmuz -1980de, Saddam, Kerkükdeki 17 türkmen seçkinini idâm ettirdiğinden, Türkiyenin hışmını çekmiş, Bağdad- Ankara arasındaki münasebetler oldukça gerginleşmiştir..
*Böyle bir hengamede, 5 Eylûl 1980 günü, Tahrandaki İngiliz Büyükelçiliği, hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, Londra Hükûmetinin verdiği bir kararla kapanmaktadır..
*12 Eylûl 1980 günü de, Türkiyede Gen. Kenan Evren liderliğindeki askerler, askerî darbe yapmakta ve yönetime el koymaktadır.. Washingtonda, Cartera darbenin başarı olduğu haberini veren zamanın NATO Başkomutanı Alexander Haig, Our boys (bizim çocuklar..) garantisini verir, takdir duygularıyla birlikte.. Hemen o gün, ikindi üzeri, Saddamın özel temsilcisi olan bir korgeneral, Ankaraya gelip, Kenan Evrenle görüşmektedir..
*Saddamın İrana saldırı planları hazırdır.. O zaman Fransa Başbakanı olan Jacques Chirac, Bağdada gittiğinde, Saddam ona, İrana saldıracağını ve inkılab yüzünden ordusu tamamen çökmüş olan İranın işini, 7 günde bitireceğini söyler..
Chirac, bunu İran- Irak Savaşının 7. yılına girilmesi münasebetiyle yaptığı konuşmada açıklamıştı..
*Ve... Türkiyedeki 12 Eylûl Askerî Darbesinden sadece 10 gün sonra.. 22 Eylûl 1980, gün ortasında, Irak savaş uçakları, âniden saldırıverirler.. Bütün yolcu ve savaş uçakları devre dışı kalmıştır.. Bunu, dünyanın en büyük petrol rafinerilerinden Âbâdan ve diğer yerlerdeki rafineriler olmak üzere, herbir taraf alev alev yanarken..
Saddamın ordusu, bir yıldırım savaşı sergilemektedir..
Dünya neredeyse, toptan, Saddamın yanındadır..
23 Eylûl 1980 gününün Türkiye gazetelerine bakılacak olunursa, hemen bütün gazetelerde, korkunç yangınlar içinde, İranın da artık tarihin karanlıklarına gömülmekte olduğunun sevinç çığlıkları atıldığı, nice kalemlerin İslam İnkılabına duydukları hınçla, Saddama ve irticaya karşı indirici darbeler vurmakta olan demokrasi dünyasının güçlerinin zaferi için, zafernâme yazmaya koyuldukları görülür..
*Kaldı ki, İran, kendi içinde, ilk Cumhurbaşkanı Benî Sadrın Batı eğilimli siyaseti etrafında toplanmış olan batıcı kesimlerle, onlara karşı direnmekte olan Hizbullahî güçlerin çetin mücadelesi derinden derine, suikasdler, çetin sokak savaşları ve Kürdistan eyaletindeki komünist grupların bazı şehirleri ellerinde tutan ayaklanma teşebbüsleri halinde sürmektedir..
*O hengamede, körpe İslam Cumhuriyeti, Saddamın yıldırım savaşını bir yıpratma savaşı ile göğüslemeye çalışmaktadır.. Ve bu yıpratma savaşında uzun soluklu mukavemet gösterebilen, ayakta kalabilecektir..
Kitleler İmam Khomeynîye bakmaktadır.. O ne diyecektir, bu savaş için.. diye..
Nice inkılabçı müslüman seçkinler bile, güzel hayallerinin, inkılab için besledikleri ideallerinin artık bir seraba döndüğünü düşünmekte ve İranın en fazla 2-3 ay kadar direnebileceğini; ama, sonunda, İslam İnkılabı Hareketi güçlerinin bütünüyle bertaraf olacağını yüksek sesle dile getirebilmektedirler..
*İmam Khomeynî ise, sâkin sâkin yaptığı bir televizyon konuşmasında, İran halkına, tebriklerini belirtmekte ve kazanılan zaferin korunmasından söz etmektedir.. İmam şöyle demekteydi, özetle: Bize, savaş dışı yollarla üstün gelemiyeceklerini anlayan dünya emperyalizminin bir dayatmasıdır, bu savaş.. Demek ki, biz şu âna kadar, zafer kazanmış durumdayız; şimdi biz zaferimizi koruyalım..
İmam eklemekteydi: Hattâ 20 yıl da sürse, zafere kadar savaş!.
*Bu çetin savaş sürerken, içerde ise, daha dehşetli bir hesablaşma sürüyordu.. Murteza Mutahharî, Muhammed Mufatteh gibi nice seçkin inkılabçılar suikasdlerle inkılabın hizmetinden uzaklaştırılıyor ve Hâşimî Refsencanî de bir suikasden ağır yaralı olarak kurtuluyordu.. Bunları İslam İnkılabı Hareketinin İmam Khomeynîden sonraki en büyük beyinlerinden sayılan Âyetullah Seyyid Muhammed Huseynî-i Beheştî ve Bakanlar ve m. vekillerinden ve diğer yüksek yönetimi kadrolarından olan 72 arkadaşıyla birlikte, Hizb-i Cumhûrî-i İslamî merkezindeki bir toplantı sırasında, 28 Haziran 1981de, bir bombalı suikasdde can vermesi takib ediyordu..
İmam Khomeynî, bu korkunç suikasd üzerine yaptığı ilk konuşmada, bu öldürmeler bizi yıldıramaz. Bizim daha pek çok Beheştîlerimiz daha vardır..Bu öldürmeler, bizi tam tersine daha bir güçlendirir.. Ama, bunlardan dolayı infiale kapılıp da, elimiz altındakilere zulüm ve haksızlık yaparsak, bizi işte o adâletsizlik mahveder.. diye, hassas bir noktaya dikkat çekiyordu..
Beheştîlerin katledildiği aynı gün, (bugünkü İnkılab Rehberi ) Seyyid Ali Khameneî de bir câmide vaaz ederken, bir suikasdden ağır yaralı olarak kurtuluyordu..
Beni Sadrın Meclis tarafından cumhurbaşkanlığından azledilmesini takiben, İrandan gizlice Fransaya kaçtığının anlaşılmasıyla, Cumhurbaşkanlığına seçilen Muhammed Ali Recaî de, Başbakanlık binasında, Başbakan Muhammed Cevad Bâhunerle ve diğer yüksek dereceli 15 kadar bürokratla birlikte, bir suikasdde can veriyordu..
Bu büyük inkılab erlerinin cenazeleri milyonların katılımıyla, ve kan minaresinden aşq ezanını okunarak defnedilirken; diğer taraftan da, hergün, yüzlerce, hattâ bazen binlerce cenaze de savaş meydanlarından geliyordu..
Bütün bu suikasdlere, Türkiyenin -daha sonra terörden feryad eden- nice sorumluları ve laik kalemşörlerinin, İrandaki karanlık rejimin Ortaçağın karanlıklarına gömüleceğinin homurtuları olarak baktıklarını hatırlayalım..
*Ve 8 yıl süren savaş boyunca, İranın 1200 km.yi bulan hemen bütün sınır şehirleri, başta Hurremşehr, Âbâdan, Huzeyfe, Bûstan, Susengerd, Kasr-ı Şirin, İslamâbâd-ı Garbî gibi şehirler, yerle bir oluyordu.. Dezful; Bûşehr, Kermanşah, Ahvaz, Hemedan, Tebriz, Urûmiye, İsfehan, Şiraz, Qom, Tehran, Erak gibi şehirler, hava saldırıları ve füzelerle aylarca, yıllarca döğülüyordu..
Bu savaşta, elbette her iki taraftan 1 milyona yakın insan eridi..
Özellikle arab rejimleri, İİC.nin yenilgiye uğratılması için, ellerinden gelen her türlü entrikayı denemekten el çekmiyorlardı..
*Nitekim, 1978 yılı yazına denk gelen Hacc mevsiminde , İranlı 150 bin hacı, her yıl olduğu gibi, Mekkede yine Amerika, İsrail ve Sovyetlerin dünya hemegonyası aleyhinde dünya müslümanlarını birliğe çağıran dev yürüyüşlerini yapmak üzere harekete geçtiklerinde, Suudî güçlerinin sert ve kanlı saldırısıyla karşı karşıya kalıyor ve İranlı kadın-erkek, 430 kadar hacı katlediliyordu, Mekkede.. Ama, bu büyük facia bile, müslüman toplumları uyandırmaya yetmiyordu..
Ve nihayet, Saddam yüzükoyun olmak üzereyken, Amerika devreye girip Saddamı kurtarıyor, bir İran yolcu uçağı bile, Amerikan savaş gemilerinden atılan füzelerle 307 yolcusuyla birlikte İran Körfezine gömülüyordu...
Irakın İran sınırındaki Halebçe şehri, İslam Cumhuriyeti güçlerinin eline geçişte, sünnî kürd halkı, İran güçlerine engel olmadığı gerekçesiyle, Saddam güçleri eliyle, kimyasal gazlarla vuruluyor ve 5 binden fazla insan, bir anda kavrulup öldürülüyordu...
Ve, dünya bütün bunlara seyirci kalıyor ve, Suudî ve Kuveyt, Ürdün ve Mısır başta olmak üzere (Suriye hariç) hemen bütün arab rejimleri ise, Saddama her türlü ve muazzam silah ve para desteğini sağlıyorlar..
*Bu durumda, İran İslam Cumhuriyetinin nasıl bir tepki vereceği merak ediliyordu..
BM. Güvenlik Konseyi, savaşı artık Saddamın kazanamıyacağına kanaat getirince, İrana ateş- kes çağrılarını daha bir güçlü şekilde dile getiriyordu..
*İslam Cumhûriyeti yönetim kadroları ise, karar vermekte zorlanmaktaydılar.. Genel Savaş Komutanlığını da uhdesinde bulunduran Haşimî Refsencanî, ya İranı büyük bir Kerbela olarak bir harabe halinde bırakmak, ya da Asr-ı Saadetteki Hudeybiye Musalehesi gibi bir durumdan faydalanmak şıkları arasında tercih yapılması gerektiğini düşünür ve kendisi, Hudeybiye şartlarının ortaya çıktığı düşüncesindedir.. Refsencanî, (daha sonra, bu konuları bir Cuma hutbesinde , televizyondan da bütün ülkeye canlı olarak yayınlanan konuşmasında anlattığı üzere) İmama kısaca; Ben Savaş Komutanı olarak ateş-kesi imzalarım.. Bu, uluslararası hukuk açısından, İİCni bağlar, ve amma siz de benim iç hukuk açısından yetkisiz bir iş yaptığımı düşünürseniz, beni cezalandırınız.. der.. Ve günler boyu süren Yüksek İstişare Kurulunda bir türlü karar alınamazken, Refsencanînin bu sözü üzerine, İmam, bir kağıd-kalem ister ve ateş-kesin kabul edildiğinin BM. Gen. Sekreterliğine bildirilmesini hükmünü ifade eden kısa bir yazıyı Hükûmete hitaben yazar.. Ve sonra da bu kararın niçin alındığını anlatan mesajını yayınlar ve orada, Bu günleri keşke görmeseydim.. Ben halkla zafere kadar savaş konusu üzerinde beyatleşmiştim.. Ama, gelinen bu noktada, zerrece kadar haysiyetim var idiyse, onu ayaklar altına attım ve hesabımı Allahla yaptım, müslümanların maslahatını burada görerek zehir kadehini başıma diktim.. der..
Ancak, bu konuda karar almak o kadar kolay değildi, elbette..
*Evet, İmamı çok büyütmeye gerek yok.. Ama, o ateş-kes kararını o alamasaydı, onu alabilecek bir başkası kolayca olmazdı..
Ve, muhakkak olan bir şey varsa, o inkılabla birlikte büyüdü, inkılab da onunla birlikte..
Refsencanînin bir uluslararası toplantıda yaptığı konuşmada, İmamın inkılabdaki rolü sorulduğunda, Elbette çok çok büyüktür, ama, Kuranın rolü ile İmamın rolü kıyaslanırsa.. O zaman İmamın rolü, okyanusdaki bir katre hükmündedir.. sözü yanlış sayılmamalıdır.. Ve esasen halkın, İmam Khomeynîye itibarı, onun İslama bağlılığı ve hizmetleri yüzündendi..
*İmam Khomeynînin 4 Haziran 1989da vefatından hemen sonra, inkılabın çökebileceği gibi tahminlerde bulunanlar, içerde büyük karışıklıkların çıkabileceğini temenni edenler, aradan geçen bunca zaman sonra.. Bir daha anlamış oldular ki, İslam İnkılabı uygulamasında bir takım sıkıntılar, yanlışlıklar olsa bile; bu inkılab hareketi, kişilere değil, değerlere bağlıdır ve 30. yılını da daha bir güçlü olarak tamamlamış bulunmaktadır..
İleride, İslamî İranın, müslüman toplumların büyük gövdesiyle daha fazla kaynaşması ve kazanımlarının, İslamın ve bütün müslümanların hizmetine daha fazla sunulması ümid ve temennilerimizi dile getirerek ve, İlâyı Kelimetullah (Allahın dinini yüceltmek) davâsında can verenleri şükran duyguları, rahmet dilekleri ve dualarla anarak...
Haksöz